Montaj sanayii ve mandacılık-4

Geçen haftalardaki yazılarımda, sanayimizin, yurtdışından ithal ettiği çeşitli parçaları takıp birleştiren bir montaj sanayi haline dönüştüğünü, ülkemiz için artık başlı başına bir otomotiv veya TV, vb. sanayiinden değil, bir montaj sanayinden bahsetmek gerekeceğini anlatmıştım. Yine ihracata yönelik! Bu sanayinin varlığını sürdürebilmesi için kazandırdığından daha çok dövize ihtiyacı olduğunu, AKP iktidarının bu güne kadarki tüm ekonomik mucizesinin İse yarattığı bu ekonominin ihtiyacı olan dövizi bulmak olduğunu belirtmiştim.

Bu güne kadar bu dövizi bulmanın maliyeti ise tüm ulusal malvarlığımızın üç kuruşa peşkeş çekilmesi, 80 yıllık cumhuriyet hükümetlerinden fazla borçlanma ve ulusal bağımsızlığımız olmuş ekonomik kararlarını kendi alamayan ülkemiz, küresel patronların eliyle ABD’nin mandası haline dönüşmüştür. Fed’in kararlarından sonra girilen döviz krizi sonucu yüzde 15 civarında artan döviz fiyatları, devlet özellikle de özel sektörün borçlarını ve girdi maliyetlerini TL cinsinden ortalama bu kadar artırmıştır. Böylece son 10 yılda 76 kat artan cari açığın milli gelire oranı da IMF’nin en çok önem verdiği risk sınırının da üstüne, yüzde 6’lara çıkmıştır. Her yıl artacak şekilde, gelecek yıl ekonominin ihtiyacı 225 milyar dolarken, AKP’nin İstanbul ve çevresinin, ormanlarımızın, topraklarımızın hatta denizlerimizin kalan kısmını da üç kuruşa peşkeş çekmeye başlaması, gericiliğin, baskının dozunu artırması. her gün artan intiharlar, fuhuş, uyuşturucu kullanımı, türlü rezillikler işte bundandır.
Cari açık, bir başka tanımla tasarruf açığı, bir ülkenin ürettiğinden fazla harcaması demektir. Bu durumda tüketim ve yatırım harcamalarını karşılayamayan iç tasarruflar nedeniyle oluşan açık, dışarıdan borçlanma vs. şekilde getirilen dövizle kapatılmaktadır. Kalkınabilmek, büyüme oranını artırabilmek için en temel şart, tasarrufları artırmak ve bunu yatırıma dönüştürebilmektir. Çok önemli olan bir başka konu ise bu açığın hangi harcamalar için verildiğidir. İthalatımızın yüzde 80’inden fazlası, hammadde, yarı mamul ve tüketim malı olup, neticede iç tüketim için kullanılmaktadır. Yatırım mallarına harcanan miktar sadece 30 milyar dolar olup, mevcut yatırımların aşınma payını bile karşılamamaktadır. O halde bizim cari açığımız, yatırımdan değil, yabancı tasarrufların tüketime harcanmasından doğan bir cari açıktır.

Hep söylediğimiz gibi, cari açığımızın en önemli nedeni, 11 yıldır kayıtsız şartsız uygulanan, mandacı, küresel güçlerin belirlediği ekonomik politikamız sonucu, sanayimizin işleyebilmek için devamlı döviz gerektiren bir montaj sanayiine dönüşmesidir. Öyle ki, imalat sanayimizin ithalata bağımlılık oranı 1994’te 0,6 iken 2006’da 1,9’a, şimdilerde ise 2’nin üzerine çıkarak, bu dönemde 3 katın üzerinde yükselmiştir. Sanayinin bu yapısının düzeltilmesi bir yana her gün daha da bozulduğu, tüm bu rakamlardan anlaşılmaktadır. Üç yanı denizlerle çevrili kocaman ülkemizin doğal kaynaklarının yok edilmesi, ülkemizde bolca var olan pamuk, iplik, tütün vs. gibi temel üretim girdilerinin bile yurtdışından ithal edilmeye başlanması ise kapitalizmin ‘karşılaştırmalı üstünlükler’ yani ‘her ülke önce güçlü olduğu alanlarda üretime ağırlık vermelidir’ gibi temel varsayımlarına bile aykırıdır.

Tasarruf açığının bir başka nedeni olarak, sanayimizin bu yapısı yanında, ‘kapitalizmde her arz kendi talebini yaratır’ prensibine ve küresel güçlerin isteğine uygun olarak, üretim ve ithalat dolayısıyla tüketim yapımız da bozulmuştur. Kalkınmakta olan ülkeler sınıfına giren, halkının büyük çoğunluğu dar gelirli olan ülkemizde, borçlanmaya ve özentiye dayalı lüks tüketim başta olmak üzere, tüketim çılgınlığı yaratılmıştır. 1990’larda yüzde 24 olan tasarrufların milli gelire oranı, şimdilerde yüzde 12’lere düşürülmüştür. Son 5 yılda 1 trilyon doları aşan, kavun kabuğu, elmas, mum, lüks marka saatler gibi malların üretildiği dünya lüks tüketim pazarının önemli bir müşterisi haline gelen ülkemizde, lüks tüketime harcanan para 20 milyar TL’yi aşarak milli gelirin yüzde 1,5’ini geçmiştir.

Daha da önemlisi, bu ekonomik politikayla lüks mallar dışında da patlatılan tüketim harcamaları sonucu, gelirleri hızla artan yani tasarruf yapabilecek durumdaki kişilerin tasarruf eğilimleri neredeyse sıfırlanmıştır. Konut ihtiyacımız dışında, özellikle de büyük şehirlerin etrafı lüks konutlarla doldurulmuşken, ülkemizde, yüzde 14-15’inin montajı içeride yapılan, 500 civarında otomobil markası satılmaktadır. 2012 yılı ihracatı 14 bin 667 milyar dolar olan bu sektörün, aynı yılki ithalatı 14 bin 185 milyar dolardır. Kaldırımları otopark olan birçok ilde trafiğin yürümediği ülkemizde, 557 bin araba üretilip 314 bini ithal olmak üzere 556 bin araba satılmıştır. Halbuki Toyoto’nun yıllık üretimi 10 milyon adetin üzerindedir. Görüldüğü gibi, birçok araba firmasının yıllık üretim hacmi ülkemizdekilerin tamamından çok fazla olup, dolayısıyla da bu firmalar otomobil üretimi için gereken optimal kapasiteye ulaşması çok imkansız olan bizden çok daha ucuza üretmektedirler. Bizim bu verimsiz ve lüks tüketimi özendirici sanayimiz ise ulusal sanayi ve üretimimizin aksine gümrük duvarları ile korunmakta, yüksek fiyatları nedeniyle tasarrufa gidebilecek önemli bir paranın tüketime harcanmasına neden olmaktadır.

Diğer taraftan halen, ülkemizde, 70 milyonun üzerinde cep telefonu 45 milyonun üzerinde 3G abonesi bulunmaktadır. Sabit telefon abone sayısı ise 14 milyondur. Yıllık et tüketimi ortalaması, AB ülkelerinde ortalama 77,1 kg iken ülkemizde ise 32,6 kg’dır yılda 2 milyar doların üstünde bir para telefon ithalatı için harcanmaktadır. Türk Telekom ve Turkcell’in de vergi şampiyonları listesinde 8 banka ile birlikte ilk 10 da yer aldığını hatırlarsak, acil haberleşme ihtiyacı çok az olan ülkemizde, haberleşmeye(!) ödediğimiz rakam dudak uçuklatıcıdır. Yürürken, araba kullanırken, okulda, zaman zaman uçakta, tahminen tuvalet te bile telefonla görüşen insanların çirkin görüntüsü ise işin diğer yanıdır.