Kirli toplumun dokunulmazları

Mete Gönenç'in "Kirli toplumun dokunulmazları" başlıklı köşe yazısı 8 Aralık 2012 Cumartesi tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Geçen haftanın önemli gündem maddelerinden biri, bir taraftan Öcalan ve PKK ile görüşmeler sürerken, Başbakan’ın BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için başlattığı yeni manevra idi. Dokunulmazlıkların kaldırılması isteminin gerekçesi ise, siyasi faaliyetlerden doğduğu iddia edilen suçlardı! Seçim vaatleri arasında olan bu konuda bu güne kadar hiç adım atmayan CHP ise, tüm dokunulmazlıkların kalkması önerisiyle devreye girdi.

Tam sayısı 550 üye olan TBMM’de 869 dokunulmazlık dosyası var. BDP’ilere ait olan 661 dosyanın birçoğu siyasi sebeplerden kaynaklanmakta ise de, iktidar ve muhalefet milletvekillerinin birçoğuna ait diğer dosyalarda, ihaleye fesat karıştırma, evrakta sahtekarlık, zimmet, rüşvet gibi suç iddiaları bol miktarda mevcut... Bir anlamda haklarında bu yüz kızartıcı suç iddiaları bulunan ve ‘dokunulmazlık’ nedeniyle yargılanamayan bu vekillerimiz, yasalarımızı yapıyor, hükümeti seçiyor, denetliyor, daha da neler yapıyor! Büyük olasılıkla vekil, başkan falan seçilebilmek için gereken milyonlar, milyarlar da bu suçları işleyerek kazanılıyor ve yolsuzluk ekonomisi 1980’den bu yana katlanarak büyüyor.

Tam da gündem bu iken, 4 Aralık günlü gazetemizde, değerli hocamız Korkut Boratav’ın, neo-liberalizm pazarlayıcılarının, ekonomiye devlet müdahalesinin azaltılıp, kamu kesiminin küçültülmesiyle yolsuzlukların azalacağı yönündeki iddialarını eleştirdiği, yolsuzluğun nedeninin yozlaşmış burjuvazinin varlığından kaynaklandığını anlattığı güzel yazısı yayımlandı.

Aslında düzen savunucularının bu savı bir yönüyle doğrudur. Sanayi Devrimi’ni yaşamamış, sermayesi ve sermayedarı olmayan ülkemizde, devlet eliyle yaratılan sermaye birikiminin kişilere aktarılması yoluyla kapitalist sistemi yaratma sürecinde, ciddi yolsuzlukların yaşandığı bir gerçektir. Sistemin doğası gibi, dönemin iktidar partisi CHP’nin de, palazlanan DP’den başlayarak sağ partilerin ve politikacıların varlık nedeni de büyük ölçüde izlenen bu politikalardır.

Sadece, romanlara, filmlere bile konu olan, Varlık Vergisi uygulamasında yaşanan rezillikler, sermaye aktarımları, 2. Dünya Savaşı sırasında karaborsa başta olmak üzere haksız elde edilen kazançlar bile düşünülürse, özel girişimci yaratma politikalarının halkımıza ödettiği bedel kolayca anlaşılabilecektir.

Aslında büyük yazarımız Kemal Tahir, “Hür Şehrin İnsanları” romanında, cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul’da bir avukat bürosunda çalışan kahramanı Murat’ın sosyalist olma nedenlerinden biri olarak, “iş bitirmek” için Ankara’ya bir kadınla beraber gönderildiğini anlatırken, bir anlamda sistemi de özetlemektedir. Sanırım kuruluş heyecanının önemli ölçüde bitmesinin, 10. yıldan sonra da başka bir marş yazılamamasının nedenlerinden biri de bu yozlaşmadır.

Ancak 1980 yılına kadar bütün bu yolsuzlukların yanında, sınırlı bir demokrasinin içinde de olsa, namus, şeref, haysiyet ve benzeri değerlerin toplumda henüz geçerli olduğunu görüyoruz. Yeni bir devlet kurmanın, 10. Yıl Marşı’nın coşkusuyla çalışan, üreten birçok emekçi bulunmaktadır. 1974 yılında Maliye müfettişliğine başladığımızda, kıdemli üstadlarımızın dediği gibi, hangi şehre gitti isem, gece ışık yanan yerin gerçekten Maliye dairesi olduğunu, bir veya birkaç memurun, fazla mesai bile almadan çalıştığını çok gördüm. Şimdiki tüketim çılgınlığının karşısında yerli malı kullanmayı ve tutumluluğu özendiren etkinlikleri de unutmamak gerekir.

Yine ve tüm kötü işleyişe rağmen, büyük ölçüde batıdan alınan etkin bir denetim yapısı da 1980’lere kadar mevcuttu. 1879 senesinde kurulan, tüm diğer denetim kuruluşlarının örnek aldığı, Ziya Müezzinoğlu, Erhan Işıl, Cahit Kayra gibi 51 bakan, 44 milletvekili, 44 müsteşar, 7 büyükelçi, 1 başbakan ve çok sayıda idareci yetiştiren Maliye Teftiş Kurulu gibi kuruluşlar, başta T.Özal olmak üzere, 12 Eylül yönetimi tarafından etkisizleştirilmiş ve AKP hükümeti tarafından kapatılmıştır.

O sınırlı demokrasi ortamı içinde de olsa 12 Eylül’e çeyrek kala bu kurul elemanlarının, Başbakan Demirel’in yeğeninin “Hayali Mobilya İhracatı” yolsuzluğunu ortaya çıkarabilmiş ve bir başbakan yakınının hapse girebilmiş olmasının, 12 Martların, 12 Eylüllerin olduğu gibi, bu kurulların kapatılmasının da gerekçesi olduğu ise bu gün daha iyi anlaşılmaktadır.

Üzülerek söylemek gerekir ki, devletin tasfiye edildiği, yağmalandığı, yolsuzlukların tavana vurduğu bu günlerde, toplumumuzun değer yargıları da çürümüş olup, tam bir kokuşmuşluk görüntüsü hakimdir. Özal’ın açıkça söylediği gibi, “zenginleri seven” ılımlı İslamcılarımız artık bu görüntülerini saklamaya bile gerek görmemekte, sadaka ekonomisiyle durumu idare etmektedir. Bu güne kadarki söylemlerine, yerel yönetimlerdeki uygulamalarına baktığımızda ise muhalefetin bu konudaki notlarının da çok zayıf olduğu görülmektedir.

O halde tam da gündemde iken “kayıkçı kavgası” görüntüsü veren bu tartışmaları yönlendirmek, milletvekili dokunulmazlığının kürsü dokunulmazlığıyla sınırlandırılmasını, adi suçlarda kaldırılmasını istemek ancak düşünce ve ifade özgürlüğünün tüm insanların en temel hakkı ve demokrasinin en temel kuralı olduğunu savunmak ve ifade etmek bile soL‘a kaldı gibi gözükmektedir.