Türkiye’nin Faşizmleri III

Türkiye bugünlerde faşizme sürüklenmektedir. Sürecin bugüne özgü olmadığını ülkenin 1940’lı ve 1950’li yıllarda da benzer, karanlık dönemlerden geçtiğini geçen haftalarda bu köşede ileri sürdüm. Bu dönemler, darbe yıllarından farklıdır bugüne benzemektedir.

Bugünkü tehlikeli gidişin bazı öğelerini, kısaca önceki dönemlere de değinerek vurgulayalım.

* * *

Türkiye sermayesinin 12 Mart-12 Eylül (“askeri faşizm”) rejimlerine davet çıkardığı belgelenmiştir. Benzeri bir katkı, 1946’yı izleyen yıllara baktığımızda da gözleniyor. Türkiye’nin güç odakları, Amerikan nüfuz alanına teslimiyeti ve anti-komünizmi yeğledi savaş sonunda çoksesli, demokratik bir dönüşüm seçeneğini dışladı CHP ve DP’yi aralarında paylaştı. On beş yıl boyunca ülkenin siyaset söylemine tutucu/savunmacı bir milliyetçilik (“millî değerlere dönük tehditlerle mücadele gündemi”) egemen oldu.

AKP ideolojisinin, siyasi Islam’ın Sünni (Müslüman Kardeşler ile akraba) bir koluna dayandığı ilgili çevrelerce 2002’de biliniyordu bugün herkesçe malumdur. “Gerici” bir programı da vardır: Cumhuriyet’in, devlet kurumlarının ve toplumsal üst-yapının, “İslamcı” öncelikler doğrultusunda yeniden yapılandırılması… Bir demokratikleştirme perspektifini kesinlikle içermeyen bu gündem, güç odaklarının desteğini frenledi mi?

Tam aksine… Erdoğan, 2002 seçimlerinden bir ay sonra, başbakan olmadan Bush tarafından kabul edildi açık ABD desteği ile döndü Batı’cı çevrelerin güvenini erkenden kazandı. Yeni hükümet, IMF/Derviş programını olduğu gibi kabul etti neo-liberal doğrultuda yeni öğelerle zenginleştirdi. İslamcı AKP bu sayede ekonomiye egemen olan sınıflarca adeta koşulsuz benimsendi. Sonraki yıllarda artan kayırılma/dışlanma vukuatı ise, “gülü seven, dikenine katlanır” bilgeliği ile sineye çekildi.

* * *

Tutucu, milliyetçi veya İslamcı bir siyasî kadronun iktidara gelmesi, karşıt akımlarla mücadele etmesi, olsa olsa faşizme geçişin ön-şartlarını oluşturur. Nihaî adım, temsilî (parlamenter) demokrasinin temel kural ve kurumlarının özellikle hukuk devletine ait normların sistematik ihlâli, giderek tasfiyesi ile atılır.
Bu nedenle AKP’nin ilk beş yılını, “faşizme geçiş” dönemi olarak nitelendiremeyiz. Özellikle AB ile tam üyelik görüşmeleri (ve uzantıları), hareketin gerçek programını perdelemekte liberallerin, kimi demokrat çevrelerin desteğini sağlamaktaydı.

Giderek bu “perdeleme” gereksiz görüldü. AKP uzlaşma çizgisini terk etti. Gerçek programının ilk aşaması olarak cumhurbaşkanlığını hedefledi. Bu adım, yüzbinlerce insanın aktif tepkilerine (Cumhuriyet mitinglerine) yol açtı. AKP programını engelleyen ilk ve âcil stratejik hedef böylece belirlendi: “Kemalist” direnme odakları…

Yaşar Büyükanıt’ın muhtırası (Nisan 2007) ile Anayasa Referandumu (Eylül 2010) arasında AKP etkili bir karşı saldırıya geçti. Birinci aşamada cumhurbaşkanlığına Abdullah Gül’ün seçilmesi (Ağustos 2007) ile ilk başarı elde edildi.

“Ergenekon” yaftası ile 2008’de başlatılan düzmece davalar zinciri, saldırının ikinci aşamasını oluşturdu. Emniyette daha eski tarihlere giden yüksek yargıda ise anayasa değişikliğinin mümkün kıldığı kadrolaşma, istenen sonuçları sağladı. AKP saldırısının bu aşaması, hukuk devletinin ana normlarını sistematik olarak çiğnediği için faşizme gidişi de başlatmış oldu.

Faşizm doğrultusundaki bir sonraki adım, Haziran 2013 kalkışmasına gösterilen tepkilerle gerçekleşti: Ne pahasına olursa olsun, meydanlar ve sokaklar ilericilere, demokratlara, solculara bırakılamazdı. Bu yüzden polis Başbakan’ın fiili milis gücüne dönüştürüldü. MİT dokunulmazlık kazandı. Başıbozuk militan güçlerin oluşturulması da hedeflendi. Hizbullah kalıntılarının, Suriye-dönüşlü mücahitlerin vurucu eylemlere katılmaları her an gündemdedir.

Kitle tabanı, belli boyutlarda seçmen desteği olmadan faşizme geçilemez. DP’nin faşizan yöntemlere yönelmesinin yüzde 57’lik bir seçim zaferini izlediği hatırlatılmalıdır. Hem Menderes, hem Erdoğan için “milli irade” (seçim zaferleri), iktidarlara sınırsız yetki devri anlamına gelir. Bu yetkinin kullanımına karşı muhalefet, gayri-meşrudur.

Faşizm, bir anlamda, bu önermenin hayata geçmesidir.

* * *

1950’de İnönü seçim yenilgisini sineye çekti iktidarı devretti faşizme geçiş yarım kaldı. 1960’da 27 Mayıs DP iktidarına son verdi faşizme geçişi önledi.

Bugün ise patolojik bir durumla karşı karşıyayız: İktidar mafyalaştığı Çankaya/Silivri ikilemini (“ya devlet başa ya kuzgun leşe” açmazını) içerdiği için tehlikelidir. Çürümenin niteliği, boyutları ilerici, demokrat halk tepkilerini beslemektedir.

Türkiye’nin faşizme mahkûm olmasını kabullenemeyiz bu nedenle durdurmak zorundayız. Nasıl?

Ülkenin aydınlık insanları bu soruyu tartışıyor. Dinleyelim katılalım yanıtları arayalım.