Şermin Narwani Suriye’yi anlatıyor

Adına bakılırsa Şermin (“Sharmine”) Narwani, İran kökenli olmalı. Oxford Üniversitesi, St. Antony College’de bir süre öğretim görevlisi olarak çalıştığı; sonra gazeteciliğe başladığı anlaşılıyor. Suriye iç savaşını ilk günlerinden itibaren yakından izlediğini; önde gelen Batılı gazetelerde, sitelerde Suriye ve Orta Doğu hakkında çok sayıda yazı ve haber yayımladığını öğreniyoruz. 

Salon dergisinin dış siyaset editörü Patrick Lawrence, Şermin Lawrence ile uzunca bir röportaj yapmış; ilk bölümünü derginin 21 Nisan 2019 sayısında yayımlamış.

Körfez savaşından bu yana çeşitli yerlerde   emperyalizmin Orta Doğu saldırganlığı üzerinde yazılarım yayımlandı.  Bazılarında, bu trajedide Türkiye’ye biçilen ve bizimkilerin üstlendiği rolleri de gözden geçirdim. Emperyalizmin “rejim değiştirme” gündemi içinde Orta Doğu’ya getirdiği yıkımları da eleştirdim. Bunların bir bölümü Türkiye’nin Faşizmleri ve AKP (İmge, 2015) başlıklı kitapta (ss. 270-318) yer aldı. 

Şermin Narwani’nin Salon’da yayımlanan söyleşisi, bu değerlendirmeleri değiştirmiyor; ama yeni bilgiler, güncellemeler getiriyor; unutulan olguları hatırlatıyor. Bazı kesimlerini aktarmak istedim.

Beşar Esad’ın reformları

Narwani, “Arap baharı” diye anılan ayaklanmaların Suriye’de ciddi bir reform programına yol açtığını hatırlatıyor. Aktarıyorum:

2011 reformları kapsamlı ve önemliydi. Önce, toplu gösterileri yasaklayan elli yıllık olağanüstü hal kaldırıldı. Bu karar, diğer Arap liderlerin, ülkelerindeki kalkışmalar karşısında izledikleri yolun tam karşıtıydı; o yüzden önemliydi.”

“Reformların uygulanmasına imkân verilseydi kıyımlar önlenebilirdi.    Çok partili bir siyasî sistem öneriliyordu. Başkanlık süresi kısıtlanacak; devlet güvenlik mahkemeleri kaldırılacak; genel af gelecek; ifade özgürlüğü, yerel yönetimlerin yetkileri genişletilecek; gazetecilerin tutuklanmasına yol açan medya yasası değiştirilecekti.”

“Muhalefetle diyalog için bir komite öneriliyordu; ancak hapishanelerde yıllar geçirmiş olan yerli muhalifler bu öneriyi reddetti. Esad’ın hızla istifa edeceğini, reform programını açıkça desteklemenin anlamsız olacağını düşünüyorlardı. Dış müdahaleye, yaptırımlara ve silahlanmaya ise karşıydılar.”

“2012 başında dahi bazı reformlar hayata geçmişti. Şam’da muhalifleri, cep telefonlarından arayıp buluşabiliyordum; serbestçe siyaset tartışabiliyordum.”

“Muhaliflerin birçoğu Anayasa referandumunu boykot etti; katılım oranı ise yüzde 60’ın biraz altında kaldı. Dolayısıyla Suriyelilerin ılımlı bir çoğunluğunun reformlara güvendiği söylenebilir.”                 

Muhalifler nasıl silahlandı?

Ne var ki, emperyalizm, ilk günden itibaren, silahlı yöntemlerle “rejim değiştirme” seçeneğinde kararlıydı.  Umulan “saray darbesi” gerçekleşmedi. Muhalefetin silahlı ayaklanmaya dönüşmesi gerekecekti. 

Bunun için sokak gösterilerinin şiddetlenmesi; Suriyeli ve yabancı cihatçıların, silahların ülkeye sokulması zorunluydu.

Nasıl gerçekleştirildi? Narwani, bilinenleri tekrarlayarak yanıtlıyor:

“Artık biliyoruz ki  militanları silahlandıran, eğiten, teçhiz eden; finansmanını karşılayan ülkeler ABD, Britanya,  Fransa, Katar, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Türkiye’dir. Özellikle ilk dönemde açığa çıkmamak için girift yöntemler uygulandı.”

“Silahlar, çatışmanın farklı aşamalarında Suriye’ye komşu beş ülkeden (Lübnan, Ürdün, Türkiye, Irak ve İsrail’den) girdi. Çoğu herhalde Türkiye’den ve NATO üyeleri ile işbirliği içinde geçti.”

Emperyalist müdahale nasıl meşrulaştırıldı?

“Dış destekli ve silahlı rejim değiştirme” operasyonunun tasarımcıları, Suriye devletinin ve toplumunun sekiz yıl boyunca direnebileceğini öngöremedi. Bildiğimiz nedenleri Narwani tekrarlıyor:

“Suriye devleti zengin değildi; ama yurttaşlarına temel hizmetleri, eğitimi, sağlığı, ucuz gıdayı ulaştırabiliyordu. Anti-emperyalist, anti-siyonist, bağımsızlıkçı bir dünya görüşünde de yurttaşları ile hemfikirdi. Esad, Şam, Halep ve büyük kent merkezlerinde; iş çevreleri, seçkinler, silahlı kuvvetler, Hıristiyan, Dürzi, Alevi azınlıklar ve laik Sünniler tarafından destekleniyordu. Baas Partisi’nin, çoğu Sünni  3 milyon üyesi vardı.”

Silahlı ayaklanma, Batı basınının etkili rol oynadığı bir propaganda kampanyası yoluyla uluslararası kamuoyunda saygınlık, meşruluk kazanacaktı. Şermin Narwani şöyle konuşuyor:

“Modern Batı savaşları imgelerin manipülasyonu ve yanlış bilgilendirmeye dayanmıştır. Amerikalılar da bunu herkesten iyi yapar.”

“İlk günden itibaren Amerikalılar Esad’ın, barışçı bir devrime karşı  sivil halkı gözetmeden öldürdüğü öyküsünü yaydı. Doğru muydu? Değil.  Gösterilerin ilk ayında pusuya düşürülerek öldürülen 88 Suriyeli askeri, adları, yaşları, rütbeleri, doğum yerleri ile tespit ettim. Haziran 2011’de  İdlib’de 100 Suriyeli asker daha öldürüldü; çoğunun kafası kesildi. Bunlara rağmen basın, ‘silahsız ve barışçı muhalefet’ öyküsünde uzun süre ısrar etti. Muhalifler, damlarda lastik yakıyor; Batı’da bombardıman görüntüleri olarak yayımlanıyordu.”

Propaganda kampanyasının bir boyutu, “ceset sayısı” üzerine kurulmuştur.  Narwani şöyle konuşuyor:

“Ayaklanmanın ilk on ayının ölümlerini, Birleşmiş Milletler (BM) 5000 olarak tahmin etti. Suriye güvenlik güçlerinin kaybı 2569 kişiydi. Geri kalan ölüler, hükümet yanlısı, muhalefet yanlısı sivillerden ve isyancılardan oluşuyordu. Bir yıl sonra ölü sayısı on misli artmıştı; ama BM, bunların yüzde 92,5’inin erkek olduğunu belirledi. Bu sayılar, sivil nüfusun ağırlık taşıdığı ölümleri temsil etmez. Ne var ki, ana akım Batı medyası bu tür bilgilerle ilgilenmedi; ‘kim ölüyor; kim öldürüyor’ sorularını asla sormadı.”

Şermin Nawari, Suriye’den haber veren, yorum yapan meslektaşlarını açıkça savaş kışkırtıcılığı ile suçluyor. Ona göre “bunlara, muharip medya mensupları demek daha doğrudur.”  

Türkiye’de ana ve yandaş medya Suriye haberlerini büyük ölçüde Batı basınından izledi; dolaylı, bazen bilinçli olarak suç ortaklığına katıldı. Az sayıda bilgili, ilerici ve duyarlı gazetecinin, yazarın, uzmanın  gerçeğe ışık tutan katkılarını da unutmayalım. Ne yazık ki, etkileri sınırlı kaldı.

2015 sonrasında hava destekli Suriye ordusunun, kentleri cihatçılardan temizleme operasyonlarının artan sivil kayıplarına yol açtığı da biliniyor. Ne var ki, Amnesty  International ve Airways tarafından yayımlanan ortak bir rapora göre,  nüfusa göre en yüksek oranlı sivil kaybı, Ekim 2017’de Rakka’nın IŞİD’den temizlenmesi sırasında ABD uçak ve topçu bombardımanı sonunda gerçekleşmiştir: 11.218 bina tamamen yıkılmış; kentin yüzde 70’i harap olmuş; 1600 ile  3000 arasında sivil can vermiştir (World Socialist Web Site, 26 Nisan).

Sekiz yılın bilançosu?

ABD emperyalizminin sekiz yıl önce başlattığı Suriye yıkımının askerî ve politik bilançosu nedir? Şermin Nawari’nin yanıtını aktaralım:

ABD, Eylül 2015’te Rusya ve müttefikleri karşısında yenik düştü. Nedeni basittir: Rusya ve Çin, ABD’nin  Güvenlik Konseyi’nden bir müdahale kararı çıkarmasını engelleyince, Obama Afganistan ve Irak deneyimlerini de hatırladı ve Rusya ile Suriye hava sahasında çatışmaktan kaçındı. Havaya ve karaya hâkim olan, savaşı da kazanır.”

“Siyasî süreçte kazananlar, Suriye, Rusya ve İran oldu. Suriye’deki kayıpları Türkiye’yi zedelemiştir; çaresizce yeni bir jeopolitik denge arayışı içindedir. Fransa ve Almanya, sınırlarına yeni sığınmacıların yığılmasından endişe ediyor; Suriye’de ABD ile yollarını ayırmaya niyetleniyor. Siyasî çözüm de Suriye, Rusya ve İran’ın istekleri doğrultusunda seyredecektir.”

Nawari’nin bu yargıları, bence, “uzun dönem” için geçerlidir. Yakın gelecekte ise İdlib ve Suriyeli Kürtler ile ilgili sancılı senaryolar gündemdedir.

AKP iktidarının İslamcı / Sünni / İhvancı önceliklerle Suriye’ye müdahalesi, bir süre emperyalizmin işine yaramış; kullanılmıştır. Geçerliliği son bulunca, Türkiye yalpalamak zorunda kalmıştır. Bloklar-arası gerilimler, taşeronların maceraperestliğine geçit vermez. Olası fatura ağır olacaktır.