Kapitalizmin krizleri ve yıl dönümleri

2017, kapitalist dünya sisteminin iki büyük krizinin yirminci ve onuncu yıldönümüdür.

1997 Krizi: Çevreden Merkeze…

Birinci kriz, finans kapitalin sert hareketleri (çıkışları) ile 1997’de Doğu Asya’da başladı; Latin Amerika’ya sıçradı. Arada Rusya’ya ve iki kere (1999, 2001’de) Türkiye’ye de uğradı. Sert seyrettiği kimi ülkelerde (G.Kore, Endonezya, Türkiye, Arjantin’de)  iktidarları devirdi. 2002’de son buldu.

Emperyalist sistemin çevresini sarsan bu bunalımlar yabancı sermaye hareketlerini denetlemekte olan iki büyük Asya ekonomisini (Çin ve Hindistan’ı) etkilemedi. 

Emperyalizmin merkezi ise bu kriz dalgasını denetledi ve kazançlı çıktı. Bunalımlar insafsızca IMF tarafından yönetildi; finans kapitalin alacakları güvenceye alındı. Krizi yaşayan ülkelerden  sistemin merkezine kaynak aktarımı sağlandı. Batı ekonomilerinin 1998-2001 döneminde ortalama büyüme temposu, önceki dört yılın üzerinde seyretti. 

Bu bunalım, sistemin patronlarına  özgüven taşıdı. Tam da o tarihlerde Batı’nın saygın iktisat çevreleri, kapitalist ekonomilerin, çalkantısız, gerilimsiz, sorunsuz bir “büyük itidal” aşamasına girdiğini ısrarla ileri sürdü.

1997-2001 krizinden etkilenen bazı çevre ekonomilerinde (özellikle Asyalılarda) kronik cari açıklara son verildi. IMF denetimini sonraki yıllarda da sürdüren Türkiye’de ise, tam  tersine, emperyalist sisteme bağımlılık güçlendi; dış açıklar genişledi.

Bu krizin anatomisi, yansıması, dersleri hâlâ tartışılıyor.

2007 Krizi: Merkezden Çevreye…

2007’de ABD’de finansal çöküntülerle patlak veren krizin uzantılarını on yıl sonra hâlâ yaşıyoruz. Kısaca hatırlatalım.

ABD bunalımı, hızla Avrupa’ya, Japonya’ya yayıldı. Üç yıl sonraki “kriz bitti” kutlaması kısa sürdü; 2011’de Avro Bölgesi’nin altı ülkesinden oluşan zayıf halkasında yeniden patlak verdi.

Bu kez, bir metropol krizi söz konusudur. Çevre ekonomilerine yansıması ise yüksek dış kırılganlık öğeleri, özellikle cari açık içeren ülkelerle sınırlı kaldı. Bunlar, Doğu Avrupa ülkeleri, Türkiye  ve Meksika’dır.

Türkiye örneğine bakalım: Eski milli gelir verilerine göre Türkiye ekonomisi  sermaye hareketlerinin “ters dönmesi” etkisiyle 12 aylık (Ekim 2008-Eylül 2009)  bir dönemde yüzde 7,9 oranında küçüldü.  Sonraki üç ayda dış kaynak akımları canlandı ve bu sayede 2009 milli gelirinin daralması sadece yüzde 4,8 oldu.  

Çevreye taşınan şok, bir yılda (2009’da) son buldu. Nedeni,  FED’in başlattığı ve hızla Avrupa, İngiliz ve Japon merkez bankaları tarafından da benimsenen astronomik likidite genişlemesi oldu. Toplamı 15  trilyon (on beş  bin milyar) dolara ulaştığı tahmin edilen tahvil ve diğer (bir bölümü “çürük”) menkul varlıklar merkez bankaları  tarafından satın alındı; likiite genişlemesi, öncelikle NewYork,  Londra, Frankfurt borsalarında hisse senetlerine aktı; sonra da Türkiye gibi ülkelerin finansal sistemlerine “sıcak para” olarak taştı.

Sıcak para girişleri iç talebi, kısa dönemli büyüme tempolarını yukarı çekti. Batı krizinin Türkiye ve benzeri ülkelerdeki olumsuz etkisinin bir yılla sınırlı kalmasının nedeni budur.

2007’deki  metropol krizinin sistemin çevresine  yansımasını özetleyelim: Kırılgan “yükselen piyasa” ekonomilerinde önce  daralma, sonra sıcak para hareketlerinden kaynaklanan kısa süreli canlanmalar, sonrasında ise  finansal istikrarsızlık…  

Buna karşılık, Asya’da odaklanmış geniş bir Güney coğrafyası 2007 krizinden fazla etkilenmedi. Bu yıllardaki kesintisiz, hızlı büyüme temposu sayesinde (alım gücü paritesi hesaplarına göre) dünyanın en büyük ekonomisi haline gelen Çin çarpıcı örnektir.

2007 krizinin yaşandığı, odaklaştığı Batı ülkelerindeki ekonomik bilanço ise çok daha ağırdır.

Sistemin çekirdeğinde yer alan  beş büyük Batı ekonomisi ile başlayalım. En geleneksel gösterge millî gelir hareketleridir.

En hızlı toparlanan ülke Almanya oldu: Kriz öncesinin (2007’nin) kişi başına milli gelir düzeyine dört yıl sonra (2011’de) ulaştı. Bu aşamaya ulaşmak için Japonya ve ABD’de altı yıl, Britanya  ve Fransa’da ise sekiz ve dokuz yıl geçmesi gerekecekti. Almanya ve Japonya’nın nüfusları azalan ülkeler olduğuna da işaret edelim. Beşinde de yıllık büyüme ortalamaları çok düşüktür. Fransa ve İngiltere’de sıfıra yakın; diğerlerinde ise binde 3-7 (%0,3 ile %0,7) aralığında seyretmiştir. 

Avro Bölgesi’nin garibanları”na geçelim.  İtalya, İspanya, Portekiz, Kıbrıs, Yunanistan’da  sabit fiyatlarla toplam milli gelir, 2016’da kriz öncesinin altındadır. Ülke ekonomileri küçülmüştür. İnsanların yoksullaşması daha da hızlıdır: 2007’de kişi başına milli gelir dokuz yıl öncesine göre Yunanistan’da yüzde 25, İtalya’da yüzde 11 düşmüştür

Kapitalizmin önceki bunalımlarıyla yapılan karşılaştırmalar, bu krizde “telafi” aşamasının çok geciktiğini; bazı ülkelerde hâlâ tamamlanmadığını  gösteriyor. Bu nedenlerle kriz, önce, büyük gerileme (“great recession”) diye adlandırıldı.  Daha sonra teşhis genişletildi: Büyük gerileme uzun dönemli bir durgunlaşmaya dönüşmüştür.  

Temel neden, finans kapitalin parazitleşmesi; krizlerin yönetimine de damgasını vurmasıdır. İktidarlara hükmeden finans çevreleri, bütçe açıkları ile reel ekonominin beslenmesini önledi.        

Maliye politikalarında kemer sıkma,  sınırsız parasal genişleme ile birleşince ne oldu? Likidite pompalaması, reel ekonomide sermaye birikimini, talep genişlemesini beslemedi; ne üretimi, ne de enflasyonu artırdı. Merkez bankaları yüzde 2 eşiğini aşan bir enflasyonu gerçekleştirmeye çalıştırıyorlar; bu hedefe bir türlü ulaşamıyorlar. Bu bileşke, sadece kâğıttan varlıklara değer kazandırdı veya (yukarıda değindiğim gibi) spekülatif tutkular içinde çevre ekonomilerine taştı; oralarda balonlaşmayı besledi.

Bu kriz sonrasında dünya ekonomisinin büyüme ivmesi, sistemin dış çevresinden (Çin’den, Hindistan’dan) kaynaklanmaya başladı.

Ekonomik Kriz mi? Sistem Bunalımı mı?

Ekonomik göstergelerin ötesine giden bir sistem bunalımının  belirtileri ortaya çıkıyor. Sermaye birikimi duran ve büyüme potansiyeli sıfıra inen bir kapitalist sistem sürdürülebilir mi? Hatta düşünülebilir mi? Kapitalist dünya sisteminin merkezindeki durum budur.

Yukarıda sayıları verdim: 2016’da Batı’nın en büyük beş ekonomisinde, kriz öncesinin  kişi başına gelir düzeylerine ulaşılmıştır. “Gecikme bir yana, en azından yoksullaşma yok” diyemiyoruz; zira bu minik tempolu gelir artışlarının paylaşımında, abartılı bir adaletsizlik gerçekleşti.

İstatistikler tekrar ve tekrar ortaya koydu ki, ABD’de, AB’de kriz sonrasında gerçekleşen gelir artışları, tümüyle değil, fazlasıyla en üst gelir gruplarına intikal etmiştir. Bu, Batı nüfuslarının ezici çoğunluğunu oluşturan yüzlerce milyon insanın sadece kriz  nedeniyle değil, ilaveten de yoksullaştığı anlamındadır. Göreli değil, mutlak anlamda yoksullaşma söz konusudur.

Ayrıca, reel ücretlerde ve ücret payında aşınma yaygındır. Branko Milanovic, uluslararası istatistiklerin dökümünü yaptı ve Batı’nın geleneksel işçi sınıflarının neoliberal dönemde mutlak anlamda yoksullaştığını ortaya koydu.

FORBES’ta (4 Ağustos) Kenneth Raposa imzasıyla yayımlanan bir makale, “İstihdam Artıyor; Ama Çin’e Yakın Ücretler Ödeyerek…” başlığı taşıyor. Başlıktaki iddia, ABD ve Çin’de farklı sektörlere, ücretlere ve alım-güçlerine ilişkin örneklerle destekleniyor.

2007 krizi, ABD ve Avrupa’da kapitalizmin kirli, lekeli sicilini esasen  ortaya koymuştu. Bunalım, yatırım bankalarından, emlak piyasalarına uzanan, ünlü kredi değerlendirme kuruluşlarının katkılarıyla beslenen bir yolsuzluklar zinciri içinde oluştu. Sorumlulardan hiçbiri cezalandırılmadı.

Krizin yaratıcısı finans kapital, krizin yönetimini de üstlendi. Bankalar, bütçelerden ve merkez bankalarından aktarılan kaynaklarla kurtarıldı. İpotek borçlusu emekçilerin konutlarına bankalar el koydu.

Sermayenin sınırız tahakkümünü hayata geçirme programı neoliberalizm diye adlandırıldı. Çeyrek yüzyıl boyunca sağladığı ideolojik hegemonya 2007 krizi  sonrasında sarsıldı.    

Emperyalist sistemin çekirdeğinde ve yakın çevresinde halk sınıfları, demokrasi söyleminin sahteliğini fark ettiler. Kriz ortamı, siyasetten tamamen dışlanmış olduklarını ortaya koydu. Finans kapitalin ideolojik hegemonyası sarsıldı; IMF dahi “küreselleşme” terimini lügatçesinden sildi. Buna karşılık neo-faşist söylemler itibar kazandı; siyasete yansıdı. 

Avrupa’nın “Güney” ucunda, borç krizleri daha da vahşi sonuçlara yol açtı. Buralardaki yoksullaşma, Üçüncü Dünya boyutlarına yaklaştı. İşsizlik oranları İspanya ve Yunanistan’da dörtte bir, İtalya’da yüzde 12 eşiklerine ulaşmıştır.

Bu krizleri yönetmeyi üstlenen Avrupa Merkez Bankası ve Almanya, baskı ve şantajla alacaklarını tahsil etti; ayak sürüyen hükümetleri değiştirdi.

2007 krizinin yukarıda değindiğim kaynaklarına, yönetimine, büyüme ve bölüşüm bilançolarına bakıyoruz ve şu sonuca varıyoruz: ABD’de, Avrupa Birliği’nin zengin çekirdeğinde ve Güney’deki  “garibanlarında”, kapitalizminin emekçi sınıflara armağanı, yoksullaşma, yoksunlaşma ve dışlanma olmuştur.

Krizin onuncu yıl dönümünde, kapitalizmin meşruiyeti sistemin merkezinde dahi  temelden sarsılmaktadır.

Ne var ki, emperyalizmin doğası bozuktur; gerilemeyi sessizce sineye çekemez. Ekonomik zayıflamasını, uluslararası siyaset alanında telafiye kalkışıyor; ama  sadece yıkım getirerek…  Karanlık olasılıklar gündemdedir: Orta Doğu trajedilerini, Latin Amerika’dan Uzak Doğu’ya kadar uzanan bir coğrafyaya taşıma senaryoları…

Giderek ortaya çıkmaktadır ki kapitalizmin tarihsel misyonu son bulmuştur. Temel soru şudur: Sistem-dışı devrimci akımlar, halk sınıflarının tepkilerini örgütleyebilecek mi?

Aksi halde, gelecek kuşakları, sadece çürüyen bir dünya beklemektedir.