IMF’nin Nisan 2011 Raporlarında Türkiye

IMF’nin Nisan 2011 tarihli Dünya Ekonomisinin Görünümü ve Küresel Finansal İstikrar başlıklı raporları birkaç gün önce yayımlandı. Bu raporlarda Türkiye’yi de ilgilendiren saptama ve değerlendirmeleri kısaca gözden geçirmek ilginç oluyor.

Başbakan’ın pek sevdiği “kriz Türkiye’yi teğet geçti” savına IMF rağbet etmiyor. Dünya Ekonomisinin Görünümü raporu, ilginç bir hesaplama yaparak uluslararası krizin farklı ekonomilerin büyüme potansiyellerini nasıl etkilediğini tahmin etmiş. Bunu, kriz sonrasındaki milli gelir düzeylerini, 1997-2006 yıllarında gözlenen eğilimlerle karşılaştırarak yapıyor. (Önceki dönemin büyüme eğiliminin “tepeden tepeye üssel” denilen bir yöntemle yapıldığı anlaşılıyor.) Metropol ekonomilerinde milli gelirler, önceki eğilimin hâlâ altındadır. Çevre ekonomilerine bakıldığında bunların çoğunda 2010 milli gelir düzeyleri, eski eğilim süregelseydi ulaşılacak potansiyel milli hasıla düzeyini aşmıştır. Bu ekonomilerin tümü alındığında gözlenen artış oranı yüzde 2.5’tur. Dolayısıyla IMF’ye göre, “yükselen piyasa ve gelişmekte olan ülkelerin pekçoğunda ekonomik düzelme tamamlanmış genişleme yerleşmiştir” hatta bir anlamda milli gelirlerin uzun dönemli büyüme potansiyeli yükselmektedir.

Buna karşılık, Doğu-Orta Avrupa’da ve eski Sovyet blokunda krizin etkileri henüz aşılmamıştır. Rapor, bu durumun geçerli olduğu üç çevre ekonomisi (Meksika, Rusya ve Türkiye) üzerinde ayrıca duruyor ve bu ülkelerde “1997-2006’daki büyüme eğiliminin kalıcı olarak yitirildiğini” farklı bir ifadeyle uzun dönemli (“potansiyel”) büyüme hızının düşmüş olduğunu belirliyor. (Bk. ss.18-20 ve Tablo 1.14)

Türkiye’ye odaklanalım. 2007’den itibaren Türkiye ekonomisinin büyüme potansiyeli düşmüşse “aşağı doğru” kırılmışsa yani IMF’nin saptaması doğruysa bunun uzantıları ne olacaktır? Birinci sonuç şudur: Ekonomide (örneğin 2010’daki gibi) sıcak para girişleriyle pompalanan iç talep genişlemesi hızla tavana (var olan kapasiteyle potansiyel üretimin üst sınırına) vuracaktır. Bu sürecin devamı enflasyona ve/veya finansal varlıklarda balonlaşmaya yol açacaktır. İkinci sonuç, kısa vadeli politika seçeneklerinde ortaya çıkıyor: Hızla istikrar hedeflenmeli maliye ve para politikaları talep frenlemesine yönelmelidir.

IMF’nin araştırma birimleri ile ülkelere politika reçetesi hazırlayan uzmanlar arasında eşgüdüm ve uyum fazla sıkı fıkı değildir ama yine de Türkiye için hazırlanan ve 17 Aralık 2010 tarihli Program-Sonrası İkinci Gözetim Tartışmaları başlıklı raporu hatırlatmak yararlı olacaktır. Birkaç hafta önce bu köşede tartıştığımız bu rapora göre, “düşük maliyetli dış tasarruflar, Türkiye’nin kırılganlıklarını da öne çıkarmaktadır… Girişlerin büyük ölçüde kısa-vadeli olması, sermaye akımının tersine dönme riskini artırmıştır.” IMF uzmanları bu risklere karşı, “maliye politikasının ve makro-düzenleme önlemlerinin sıkılaştırılmasını, likidite koşullarında kısıtlamayı” önermekteydi.

Nisan 2011 tarihli Dünya Ekonomisinin Görünümü belgesi de, 2010’da Türkiye’nin dış kaynak akımları en çok yükselen çevre ekonomilerinden biri olduğunu belirliyor. (Bk. Bölüm 4 ve Şekil 4.16). Bu akımların büyük ölçüde kısa vadeli, “sıcak” öğelerden oluştuğunu da biliyoruz. Bu ortam Türkiye’de iç kredi artışlarını, IMF’ye göre, fazlasıyla tetiklemiştir. Ve bu tür gelişmeleri yaşayan ülkelerin “bir balon patlamasıyla karşılaşabileceği” endişesi ifade edilmektedir. (s.20-21)

Türkiye ekonomisindeki aşırı ısınmanın bir başka göstergesi, Nisan 2011 tarihli Küresel Finansal İstikrar Raporu’nda ortaya konuyor. Bu rapor, 2010’da dünya ekonomisinde ülkeleri, cari fazla ve cari açık verenlere göre sıralıyor. Dış fazla verenler grubunda Çin (toplamın yüzde 21’i ile) liste başında yer almaktadır. Onu, Japonya, Almanya izliyor. Doğu Asya ülkeleri, petrol ihracatçıları ile Avrupa’nın “tuzu kuru” birkaç ülkesi de yüksek cari fazla veren ülkeleri oluşturuyor.

Dış açık veren ülkelerde ise (toplamın yüzde 40’ı ile) ABD’nin liste başında yer alması şaşırtıcı değildir. Amerika’dan sonra ve toplamın yüzde 4’ünü aşan oranda dış açık veren altı ülke vardır. Bunlardan dördü (İtalya, İspanya, Britanya, Fransa) Batılılar diğer ikisi ise (kabaca 49’ar milyar dolarlık dış açıkla) Hindistan ve Türkiye’dir. 2000’li yılların başlarında dış denge içinde yüksek büyümeyi gerçekleştiren Hindistan, dış açık vermeye başlamış ve bunları son dört yılda sürekli artırmıştır. Ancak, IMF bu durumda Hindistan için “kemer sıkma” reçeteleri önermeyecektir zira, bu ülkede cari açığın milli gelire oranı yüzde 3.2 ile Türkiye oranının yarısıdır. Ve daha da önemlisi, Hindistan’ın 2007 sonrasında (Türkiye’nin aksine) büyüme potansiyeli yükselmiştir ve ekonomi, artan dış açıkları sürdürecek güçte görünmektedir. Türkiye’nin cari açıkları ise, IMF öngörüsüne göre, 2011 ve 2012’de artmayı sürdürecek ve milli gelire oranı yüzde 8.2’ye ulaşacaktır. Bu da önemli ve ek bir kırılganlık öğesidir.

IMF’nin bu bulgu ve değerlendirmelerine bir çekince ve bir eksiklik dışında katılabileceğimizi düşünüyorum.

Çekince şudur: 2007-2010 verileri, uzun dönemli (potansiyel) büyüme hızının düşmekte olduğunu belrlemek için kısa bir zaman aralığı olabilir.

IMF’nin “Türkiye’nin büyüme potansiyelinin düşmektedir” saptaması doğru olsa bile, eksik kalmaktadır zira, “neden?” sorusu tartışılmamaktadır. Tüm dünyayı kapsayan bir raporda bu türlü, ülkelere özgü sorunlar elbette kapsanmaz. Ancak, IMF’nin siciline bakıyoruz ve bu türden uzun dönemli, yapısal sorunlara çözüm arayışlarının, neoliberal reçetelerin, örneğin “piyasa dostu reformları israrla izleyin” türü formüllerin dışına çıkmadığını da biliyoruz.

Türkiye’de bu reçetelerin, 1998-2010 arasında sermaye birikimi ve yurt içi tasarruf oranlarını aşağıya çektiğini dış kaynakların sürüklediği tüketim tırmanmasına yol açtığını da belirliyoruz. Uzun dönemli büyüme potansiyelinin düşmesi bu etkenlerden soyutlanamaz ve bunlar bertaraf edilmeden bu bozukluk düzeltilemez. Bu da, son tahlilde sermayenin sınırsız tahakkümünü hedefleyen neoliberal modelin (ve IMF reçetelerinin) külliyen reddini gerektiriyor.