IMF’nin Doğruları, Yanlışları, Günahları

Türkiye ekonomisi nasıl gidiyor? Haber kanallarından biri, geçenlerde Kemal Kılıçdaroğlu ile bir söyleşi yaparken bu soru gündeme geliyor. Kılıçdaroğlu ekonominin yönetimini eleştirmeye başlayınca, kanalın haber koordinatörü tepki gösteriyor: “Nasıl olur? IMF’nin Türkiye ekonomisi üzerindeki değerlendirmesi çok olumlu…

Haber koordinatörü, anlaşılan, Türkiye ekonomisini değerlendirme söz konusu olduğunda işe “IMF ne diyor?” sorgulamasıyla başlıyor ve böylece ülkelerinin dışında bir “yüce akıl”ın var olduğuna iman eden meslektaşlarına katılmış oluyor.

Bu kolektif özgüven yoksunluğunun eleştirisini bir yana bırakalım ve doğrudan doğruya soralım: “IMF gerçekten Türkiye ekonomisinin durumunu beğeniyor mu?

IMF’nin Türkiye ile ilgili son iki belgesi üzerinde odaklanalım. Birinci belge 17 Aralık 2010 tarihli Program-Sonrası İkinci Gözetim Tartışmaları, İlk Sonuçlar başlığını taşıyan bir uzmanlar raporu. İkinci belge ise, bu raporu ve sonraki uzman katkılarını iki ay sonra görüşen IMF İcra Kurulu’nun 16 Şubat’ta yayımlanan değerlendirmesi. Önem taşıyan kesimlerini birleştirerek aktarıyorum:

Türkiye ekonomisinin kriz sonrasındaki güçlü canlanması 2010 içinde yüksek düzeyli sermaye girişleriyle desteklenerek devam etti. 2010’da iç talep ana ivmeyi oluşturmuştur ve büyümenin yüzde 8’i aşacağı öngörülmektedir. İç ve dış faizler arasındaki makasın açıklığı, kamu ve özel sektör bilançolarının göreli sağlıklılığı, kısa vadede güçlü büyüme olasılığı, siyasi belirliliğin artmış olması ve yatırım puanının yükseltilme olasılığı sermaye girişlerini desteklemiştir.

“Düşük maliyetli dış tasarruflar, Türkiye’nin kırılganlıklarını da öne çıkarmaktadır. Cari işlem açığının hızla sıçraması, iç ve dış talebin yüksek ithal içeriğini açığa çıkarmakta ve büyümenin sermaye girişlerine bağımlılığını ortaya koymaktadır. Bunlar, dışa dönük rekabet gücünün zayıflığının belirtisidir. Girişlerin büyük ölçüde kısa-vadeli olması, sermaye akımının tersine dönme riskini artırmıştır.

Sermaye akımlarında ani bir tersine dönme riskinden kaynaklanan kırılganlıklara karşı maliye politikasının ve makro-düzenleme önlemlerinin sıkılaştırılması, likidite koşullarında kısıtlama ve rekabet gücünü artıran yapısal reformlar etkili olabilir. Finansal girişlerin Merkez Bankası’nca satın alınan oranı düşürülmelidir ki kısa vadeli rekabet gücünün hedeflendiği ve enflasyon riskinin umursanmadığı yorumları ortaya çıkmasın.” “Daha etkili bir emek piyasası ve ithal edilen enerjinin etkin kullanımı üretimin ülke-içi payını artıacak ve küresel ürün piyasalarında daha iyi rekabete imkân verecektir.

***

Bu değerlendirme, Türkiye’nin 2010’da hızla büyüdüğü saptamasıyla başlıyor. Bu “olumlu” gelişmeyi belirleyen etken nedir? Belirleyici etken, hükümetin politikaları değil, “büyümenin, sermaye girişlerine bağımlı” hale gelmesi ve “düşük maliyetli ve kısa vadeli sermaye girişlerinin” hızla artmasıdır. Peki, bu hızlı artışa ekonomi politikalarının katkısı nedir? Sadece tek bir öğe var: “Kamu ve özel sektör bilançolarının göreli sağlıklılığı”… Buna, isterseniz, “siyasi belirliliğin (yani AKP iktidarının devam olasılığının) artmış olması”nı da ekleyebilirsiniz.

Ardından en eleştirel saptama geliyor: Tek başına “olumlu” görülmesi gereken hızlı büyüme, üretimde ve ihracatta “yüksek ithal içeriği” oluşturarak gerçekleştiği cari açığı “hızla sıçrattığı” ve sonunda “sermaye akımlarında ani bir tersine dönme riskinden kaynaklanan kırılganlıklara” yol açtığı için sağlıksızdır ve bugünkü uluslararası ortamda sürdürülmesi beklenmemelidir.

İşte TV kanalının haber koordinatörünün algılayamadığı “IMF’nin Türkiye ekonomisi üzerindeki doğruları”… Bu doğruları IMF yeni farketmektedir ama, bu köşede, başka yerlerde yıllardan beri aynı saptamalar (çok daha ayrıntılı biçimde) yapılmıştır. Başka meslektaşlarımızın, örneğin Bağımsız Sosyal Bilimciler topluluğunun yayınları da ortadadır.

***

“Reçete” söz konusu olduğunda, bildiğimiz IMF ile karşılaşıyoruz. Kemer sıkıp durgunlaşarak ve rekabet gücünü artırarak cari açığı aşağıya çekin…

Durgunlaşmanın cari açığa deva olmadığını anlamak için 2008’e baksınlar: Büyüme yüzde 0.7’ye inmiş ekonomi 42 milyar dolar dış açık vermiştir.

Gelelim dış dünyadaki “rekabet gücü” saplantısına… Bu kavram üç öğeden oluşur: Döviz kurları, verim ve ücretler… Dövizin reel fiyatı ve emek verimi arttıkça, reel ücretler düştükçe Türkiye’nin rakiplerine karşı rekabet gücü artar. Uzun dönemde emek veriminin artması, sermaye birikimin oranının yükselmesine ve teknolojik gelişime bağlıdır. IMF’nin uğraşmadığı, ilgilenmediği konular…

“Bol kepçe” dış kaynak girişlerinin, dövizi ucuzlatan etkilerine karşı alınacak ciddi önlem, bu girişleri caydırmak, bazı öğelerini tamamen önlemektir. Bu bir yana, IMF en hafif önlem olan giren dövizlerin Merkez Bankası’nca satın alınmasını dahi frenlemek, sınırlamak istiyor. Aksi halde döviz kuruyla oynayarak “rekabet gücünü hedeflemek” ve “enflasyona karşı duyarsızlık” günahı işlenmiş olur.

Bu durumda tek seçenek, “yapısal reformlar” yoluyla işgücü maliyetlerini aşağıya çekmektir. Bu da farklı biçimlerde ifade edilse dahi, “işgücü piyasasında esnekleştirme” paketlerinden (yani dört başı mamur bir sınıf saldırısından) ibarettir.

***

IMF’nin ağır bir günahı daha var: Türkiye ekonomisinin bugünkü kırılganlık öğelerini doğru saptayan IMF, bunların oluşmasına yaptığı katkıyı gizlemektedir. 2002-2007 döneminde de tamamen aynı öğelerden oluşan kırılganlaşmaya, o tarihlerde uygulanan ve bugün de aynen sürdürülen makroekonomik reçetenin yol açtığını itiraf edememektedir. Serbest sermaye hareketleri + enflasyon hedeflemesi + bütçede kemer sıkma+ dalgalı döviz kuru…

Geçmişte de böyle oldu. Örneğin IMF’nin baş iktisatçıları Fischer ve Rogoff, bizzat önerdikleri, savundukları politikaların Türkiye gibi yapısal olarak dış açık veren ekonomileri kırılganlaştırdığını, krizlere sürüklediğini görevden ayrıldıktan sonra itiraf ettiler ama herheangi bir özeleştiri yapmadılar.

Tekrar edelim: IMF, Türkiye ekonomisinin kırılganlaşmasını (nihayet) algılamaktadırlar ama hem geçmişteki, hem de bugünkü sorumluluklarını itiraf etmeden…