IMF Anlaşmasına Peşin Teşhis

IMF'de tuhaf şeyler mi oluyor? "Kriz algılaması" halinde daima şartlı refleks olarak, "kemerler sıkılsın" tepkisini vermiş olan IMF'nin önce direktörü Strauss-Kahn, sonra da baş iktisatçısı Blanchard, uluslararası krize karşı genişleyici mali politikaları savunmaya başladılar. Bu tutumu adeta resmîleştiren bir belge ürettiler bir nicel hedef bile oluşturdular: Krizden çıkmak için, kamu maliyeleri milli gelirlerin yüzde 2'si oranında bir talep pompalaması yapmalı imiş...

Bir yandan dünya kamuoyuna bu "yeni çehre"yi sunan IMF, bir yandan da kriz nedeniyle köşeye sıkışan ekonomilerle stand-by anlaşmaları yapıyor. Son iki ay içinde İzlanda, Pakistan, Ukrayna, Macaristan, Letonya ve Beyaz Rusya ile anlaşmalar imzalandı. İzlanda dışında hepsi IMF'nin geleneksel kriz yönetimi reçetesini içeriyor: "Özellikle maliye politikalarını sıkılaştırarak iç talebi bastırın cari açığı böylece azaltın dış borçlarınızın kesintisiz finansmanını bizim kredilerimizi de kullanarak üstlenin döviz kontrolları veya yepyeni devlet müdahaleleriyle piyasa mekanizmasını bozmayın..."

Doktrin değişikliği henüz "sahaya" yansımadı mı? Pek de öyle değil. Kimine "perhiz" (daralma), kimine "lahana turşusu" (talep pompalaması) öneren IMF'nin aslında iki reçetesi var. Yukarıda sözünü ettiğim metinlere dikkatle bakılırsa satır aralarına sıkıştırılmış küçük uyarılar farkediliyor ve görülüyor ki, "krize karşı lahana turşusu" reçetesi, bazı istisnalar dışında herkes için öneriliyor. İstisnaları oluşturan talihsizleri ise cımbızla bulup çıkarıyorsunuz: "Yüksek dış borçluluk, yüksek risk primleriyle karşı karşıya olan ve artan kamu harcamalarının dış açıkları yükseltebileceği koşullarda" genişletici malî politikalar uygun değildir.

"Krizi aşmak için kamu açıklarını genişletin" formülüne aslında "IMF reçetesi" demek abestir zira, metropol ülkelerin tümü bu Keynes'gil yöntemlere kendiliğinden geçiverdiler. 2008 krizini cari işlem fazlası koşullarında karşılayan büyük çevre ekonomileri (örneğin Çin, Brezilya, Arjantin, Kore) de ekonomik daralmayı iç talebi pompalayarak frenlemeye yöneldiler. Bunu da IMF'ye baş vurmadan ve metropol sermayesinin desteğiyle yaptılar.

"Malûm" reçete ise, IMF'ye stand-by talepleriyle gelen kırılgan çevre ekonomileri için sessiz-sedasız devreye girmiştir. "Kırılganlık", özetle, "yüksek dış borç, yüksek cari açık" olarak algılanıyor. Örneğin, Kasım sonrasında stand-by imzalayan beş çevre ekonomisiyle Türkiye'yi birlikte alırsanız, cari açıklarının milli gelirlere oranı 2007'de ortalama yüzde 8'dir. Çevre ekonomilerinin tümü ise aynı yılda cari işlem fazlası verdi son yıllarda dış borçlanma tempoları yavaşladı. Dolayısıyla bizlerin malûl olduğu "artan kırılganlık" durumu istisnaîdir...

***

IMF'nin liderleri, "dökülenler hariç her ülke bütçelerinin milli gelirdeki paylarını yüzde 2 oranında genişletsin" mesajını verirken bizimkiler ne yapıyordu? Önce bu işlerden sorumlu bakan, "IMF ile ezber bozan bir anlaşma" yapacaklarını müjdeledi. Sonra da, IMF uzmanları Türkiye'ye gelmeden 2009 bütçesinde 13 trilyon YTL'lik (2008 milli gelirinin tahminen yüzde 1.4'ü oranında) kısıntı yapıverdiler ve ekonomi inişe geçmişken, daraltıcı mali politikalara yönelerek, krizi derinleştirme yolunu seçtiler. Böylece Türkiye ekonomisinin "dökülenler" arasında yer aldığını kabl etmiş oldular. "Ezber bozma" söylemi ise, herhalde, "onlar istemeden biz yapmış olalım" diyebilmek için ortaya atılmıştır.

***

Kritik soru şudur: 2008 krizine Türkiye niçin "dökülenler" arasında yakalandı? Sağlıklı bir iktisat çözümlemesi, 2001 krizi sonrasında Türkiye'ye kabul ettirilen IMF-güdümlü neo-liberal politikaları ve bunlara tam teslimiyet göstermiş olan siyasi iktidarları sorumlu gösterecektir. Sermaye hareketlerinde ve (Gümrük Birliği aracılığıyla) dış ticarette tam (ve rakip ülkelere karşı asimetrik) serbestleşme TCMB'nin enflasyon hedeflemesine kilitlenmesi sonunda dünya ekonomisindeki en yüksek reel faiz oranı oluk oluk giren yabancı sermayenin pompaladığı iç talep genişlemesi ve ucuzlayan döviz...

Bu öğeler iki sonuca yol açmıştır: Birincisi, yerli sanayi korumasız duruma sürüklenirken, cari işlem açığı astronomik boyutlara çıkmıştır. İkincisi, dıştan borçlanmanın serbestleşmesi, yüksek iç kredi faizleriyle birleşince özel sektörün ve Türkiye'nin dış borç stoku dört nala büyümüştür. Yüksek dış açık, yüksek dış borç ise, Türkiye ekonomisinin uluslararası krize çürük konumda yakalanması anlamına gelmiştir.

2001'de olduğu gibi, ekonomiyi kırılganlaştıran IMF, krizi yönetmek için bir kez daha Türkiye'ye çağrılıyor.

Kriz tartışmalarının ilk adımı, bu durumun teşhir edilmesi olmalıdır.