Hindistan seçime giderken

Hindistan’da parlamento (“Lok Sabha”) seçimi başladı. “Başladı” diyorum; zira, bu ülkede genel seçimler bir ay boyunca aşamalı olarak yapılır. Bu seçimde tüm sandıklar 19 Mayıs’ta kapanacak; sonuçlar 23 Mayıs’ta ilan edilecektir.

Hindistan siyasetinin iki kanadı

    2014 genel seçimlerini, Hindu milliyetçisi Narendra Modi liderliğindeki BJP, 282 milletvekilliği ile kazanmış; beş yıl boyunca tek parti iktidarı olarak ülkeyi yönetmiştir. Laik Hindistan Cumhuriyeti’nin kurucu partisi olan Hindistan Ulusal Kongresi (“Kongre”) ise parlamentoya sadece 44 milletvekili sokabilmişti.

Hindistan’ın federal bir cumhuriyet olduğunu da hatırlatalım. Yerel, etnik, dinsel farklılıklara, kast ayrımlarına dayalı partiler eyalet, yönetimlerinde önem taşır. Bu dağınıklık parlamentoya da yansır; çoğu kez koalisyonları zorunlu kılar. Ulusal düzlemde etkili olan  iki büyük parti ise, BJP ve Kongre’dir.

Hindu milliyetçiliğinin fanatik-dinî  kanadı olan RSS örgütü, BJP içinde etkilidir. Başbakan ve BJP lideri Narendra Modi’yi de (RSS ile birlikte) Hindu faşizminin temsilcisi olarak nitelendirenler çoktur. 2019 seçimleri, bu anlamda da büyük önem taşımaktadır. Kongre’nin daha da fazla erimesi, “laikliğin sonu mu?” sorusunu tetikleyecektir.

Hindistan’daki iki büyük partiyi, AKP ve CHP ile değiştirin; laiklik sorunsalını, “Hindu” ve “İslamcı” seçenekler içinde değerlendirin; Türkiye ile benzerlikler çarpıcıdır. Bu benzerlikleri Türkiye’nin Faşizmleri ve AKP (İmge, 2015) başlıklı kitapta (ss. 250-269’da) incelemiştim. Hindistan’ın, Türkiye’deki gelişimi 10 yıllık bir  arayla izlediğini düşünüyordum. Bu paralellik sürmekte midir? Yanıtı, belki de Hindistan’daki Nisan-Mayıs 2019 seçim sonuçları verecektir.

Hindistan siyasetinde komünist hareket, sendikalarda, meslek örgütlerinde etkilidir.  Marksist akımla birlikte alırsak, düşün ve bilim alanında önemli bir yer kaplar. Ulusal düzlemde partileşmesi sınırlı kalmıştır; 2014 parlamentosunda komünistler sadece 10 milletvekili ile temsil edilmiştir. Buna karşılık komünist partilerden biri (CPI, M) üç eyalette güçlüdür; birinde (Kerala’da) koalisyon lideri olarak iktidardadır.

Anti-faşist mücadelenin güncel sorunları, Hindistan’da parlamento seçimleri nedeniyle gündeme geldi; sol çevrelerde tartışılıyor. Türkiye için de anlamlı olduğunu düşünüyorum.

Modi’nin faşizmi

    Beş yıllık Modi iktidarının bilançosunda faşizm nasıl yer alıyor?

    Hintli edebiyatçı ve düşünür Arundhati Roy (London Review of Books, 3 Eylül 2018), iktisatçı Prabhat Patnaik (Frontline, 12 Nisan 2019) ve Hindistan’ın önde gelen iktisat dergilerinden Economic and Political Weekly, (8 Eylül 2018 sayısı) çok sayıda örnek veriyor. Birkaçını aktarayım.

    1975 Olağanüstü Hal döneminin kalıntısı olan bir “Terörle Mücadele Yasası” yeniden hatırlanıyor; muhalif aydınlara karşı uygulanması başlatılıyor. Bir örnek, birkaç ay önce, çok sayıda yazar, hukukçu ve düşünürün “kent teröristi” (“urban naxal”) suçlamasıyla tutuklanmasıdır. Suçlananlar, yandaş basında “vatan haini”, “halk düşmanı” yaftalı kampanyalara hedef oluyor.

    Bunlardan biri, Keşmir’de Hint  güvenlik güçlerinin işlediği suçları inceleyen, ortaya çıkaran Gautam Navlakha’dır. Müslüman azınlığa karşı ayrımcı uygulamaların, baskı ve şiddetin artması, yaygınlaşması da söz konusudur.

    Solcu gazeteci Gauri Lankesh’in 2017’de öldürülmesinin arkasında karanlık milis güçlerinin olduğu belirtiliyor; örgüt adları veriliyor. Milliyetçi ortamı kışkırtarak muhalif kişiler üzerinde ağır “sokak baskısı” uygulayan güruhlar artmıştır. Hükümeti  eleştiren (adı verilmeyen) bir profesör, eylemciler tarafından derdest edilmiş; diz çöktürülerek özür dilemesi videoya çekilmiş; kayıt, sosyal medyada dağıtılmıştır.

    Eğitim ve bilim kurumları üzerinde baskı yoğunlaşmıştır. Marksist sosyal bilimcilerin yer aldığı ünlü, saygın Jawaharlal Nehru Üniversitesi tipik bir örnektir. Üniversite yönetimi değiştirilmiş; öğretim kadrosu ve öğrenciler üzerinde ağır ideolojik baskı başlatılmıştır.  Müfredatı “Hindu’laşan”  eğitimin, yeniden “Brahman’laşması” (yani azınlıkların ve aşağı kast mensuplarının fiilen dışlanması) da eleştirilmektedir.

    Bilim ve akıl-dışı bir söylemin, medyaya, kamuoyuna  yerleşmesi vurgulanıyor. Dinî, milliyetçi saplantılar, “nefret dili” öne çıkmakta; farklı görüşler arasında anlamlı, tutarlı tartışmalar imkânsızlaşmaktadır.

    Hindistan – Türkiye faşizmleri arasındaki benzerlikler çarpıcı değil midir?

    Ayrıcalıklı iç ve dış sermaye çevreleriyle iktidar arasında yakın ilişkiler yolsuzlukları yaygınlaştırmıştır.

Yüksek büyüme hızına, gelir ve servet dağılımında hızlı bir kutuplaşma refakat etmiştir. Bu dönemde köylü intiharlarında çarpıcı artış gözlenmiştir. Onbinlerce katılımlı köylü protesto yürüyüşünün ve dünya tarihinin en geniş kapsamlı (iddiaya göre 150 milyonluk) genel grevinin bu yıl Hindistan’da gerçekleşmesi anlamlıdır.

Anti-faşist cephe tartışması

    Prabhat Patnaik’a göre “iktidarda faşist öğeler var; faşistleşme  söz konusudur; ama henüz faşist bir devlet yoktur.”

    “Faşist devletin oluştuğu” kritik eşik nasıl tanımlanabilir? Patnaik, bu soruyu yanıtlamıyor; “anti-faşist cephe” tartışmasına yöneliyor.

Hindistan’ın somut siyasî haritasında ortak cephe seçeneği, laik bir merkez partisi olan Kongre ile Hindistan komünistleri arasında bir seçim ittifakı ve/veya ortak mücadele platformu biçimlerinde gerçekleşebilir.

Burada, ek bir güçlük daha çıkıyor: Anti-faşist bir mücadelenin hedefleri, Modi’nin (BJP’nin) laiklik  ve hukuk devleti ilkelerini çiğneyen  uygulamalarıyla mı sınırlı kalacaktır?  BJP faşizmi ile bütünleşen emek-karşıtı, neo-liberal uygulamalarla da mücadele edilecek midir?

Bu soru, Kongre ile ortak bir programı güçleştirir; zira, Rahul Gandhi yönetimindeki Kongre, bir burjuva partisidir; neo-liberal ekonomi politikaları ile de barışıktır.  Patnaik ise, Hindistan’da neo-liberalizmin faşizmi besleyen ana kaynaklardan biri olduğu görüşündedir ve bu mücadeleyi dışlayan anti-faşist mücadelenin eksik kalacağını düşünmektedir.

Hindistan Komünist Partisi’nin kararı

Hindistan komünist hareketinin büyük partisi  olan  CPI (M), Nisan 2019’da Haydarabat toplantısında Patnaik’in görüşüne yakın bir anti-faşist çizgi benimsemiş gibidir:

“Bu hükümetin faşist Hindu’cu politikalarına karşı somut mücadelelerde, parlamento içinde ve dışında  BJP-karşıtı güçlerle, hatta Kongre ile birlikte hareket edeceğiz. Ancak, Kongre ile bir politik (seçim) işbirliği yapmayacağız. Zira, emekçileri Kongre’nin halk-karşıtı politikalarına teslim edemeyiz.” (World Socialist Web Site, 20 Nisan; Vijay Prashad, NewsClick, 4 Mayıs).

    Komünist Parti’nin kararı, Kongre ile seçim ittifakını dışlamakta; neo-liberal politikalara karşı mücadele platformunun önceliğini vurgulamaktadır. Bu politikalara teslimiyet gösterdiği ölçüde Kongre’yi eleştirme özgürlüğünü   korumakta; laiklik mücadelesinde ise işbirliğini benimsemektedir.

Türkiye ile benzeşmeler

    Bu ikilem, Hindistan’a özgü değildir. Önümüzdeki dönemde Türkiye sosyalistlerinin de gündemine gelebilir.

Türkiye’nin faşistleşmesine karşı bir mücadele, hukuk devletine dönüş talebi ile sınırlı kalabilir mi?  Türkiye faşizmi, 2007 sonrasının İslamcı, anti-laik dönüşümlerinden soyutlanabilir mi? Bugünkü siyaset haritasında bu soruya açıkça “Hayır” diyenler sosyalistlerdir.

    Dahası, hukuk devleti programına dayalı bir Merkez (“ılımlı İslam”- CHP) ittifakı, bugünkü eğilimlere bakarsak, neo-liberal (örneğin IMF’ci) bir iktisat programı ile de barışık olacaktır. Kriz ortamında halk sınıflarını savunmak sadece sosyalistlere düşecektir.

    Bu sorular, bugün gündem-dışı görülebilir. Ama, “Davutoğlu manifestosu”, belki de böyle bir Merkez ittifakı için kaleme alınmıştır.

Türkiye’nin demokratikleşmesi, “2015’e dönüş” perspektifiyle sınırlı bir restorasyon programı olamaz.