Eski bir yazı: Suriye felâketinden haberler

Coronavirüs, dünya çapında bir toplumsal bunalımın habercisi midir? Sağlık alanında odaklanarak ve ekonomileri de sarsarak… 

Medyadan Türkiye ekonomisi üzerindeki uzantılarını soranlar oluyor. “Henüz çok erken” diye geçiştiriyorum. Gerçekten de öyle. Batı’daki ilk tepkileri ve sonuçları günü gününe izlemeden Türkiye öngörüleri anlamsızdır.

Bu durumda, Türkiye için önemini, önceliğini koruyan Suriye konusuna dönmek istedim. Güncel haberlerin yokluğunda eski bir yazıyı yeniden yayımlıyorum. 

Aşağıdaki yazı Mayıs 2015’te sendika.org sitesinde yayımlanmıştı. O tarihte IŞİD Irak’ta güçlenmiş; Musul’u ele geçirmişti. Suriye’de ise İdlib eyaleti Türkiye’nin desteklediği cihatçı güçler tarafından işgal edilmiş; Lazkiye’nin, giderek Şam’ın da düşmesi gündeme gelmişti. 

Beş ay sonra Rusya, Suriye hükümetine askerî destek verdi; Suriye savaşının kaderi tamamen değişti. 

Yazı, “Suriye batağında Türkiye” serencamının evveliyatına göz atıyor. Yeni bilgi yok; kapsamlı bir tarihçeyi uzmanlara bırakalım. Yine de hatırlatmak yararlı olabilir. 

***

Aralık 2011’de Cezayir İşçi Partisi Türkiye’den beni ve üç sosyalist aydını bir konferansa davet etti. Cezayir’e olası bir ABD/Avrupa müdahalesine karşı uluslararası bir dayanışma amaçlanmaktaydı. Cezayirli yoldaşlarımız, Libya’da Kaddafi rejimini yıkan Batılı müttefiklerin yeni hedefinin ülkeleri olmasından endişe etmekteydi. Doğu sınırından Cezayir’e geçen mültecilerin bir müdahale vesilesi olarak kullanılma olasılığından söz ediliyordu.

Bizler de, benzer bir tehdidin Suriye-Türkiye sınırında da geçerli olduğunu toplantı gündemine getirdik. Birlikte hazırladığımız bir karar taslağını sunma ve önerme görevi bana verildi. Katılımcılara “Türkiye’de hükümet çevrelerinin sınırın Suriye tarafında bir tampon bölge oluşturma” tasarımını hatırlattık ve bu konuda bir karar metni önerdik. Konferans’ta kabul edilen bu metni (kısaltarak) aktarıyorum: “Konferansımız Suriye halkının, toplumlarını demokratikleştirme özlemi ile dayanışma içindedir; ancak, bu özlem vesile edilerek emperyalist güçlerin ve taşeronlarının  siyasî ve askerî müdahaleler yoluyla Suriye’de rejim değişikliğini hedeflemesini lânetlemektedir.”

*** 

Daha sonra “Suriye’ye müdahale” üzerinde birkaç yazı yazdım. Örneğin,  ABD istihbarat örgütlerine akıl hocalığı yapan Stratfor’un “Suriye’deki petrol rezervleri Libya’daki boyutta olmadığı için ABD ve Avrupa büyük çaplı bir askerî müdahaleye kalkışamaz. Buna karşılık Ürdün ve Türkiye’nin sınırlarında uçuşa yasak bir tampon bölge oluşturulması uygun olur” önerisine dikkat çektim. 

Sonra da, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un danışmanlarından bir profesörün (Anne-Marie Slaughter’in) Türkiye’yi küstah bir üslupla göreve çağıran yazısını tartıştım: “Büyük güç olma hevesine kapılan devletler, bunun gerektirdiği yükleri de kabul etmelidir. Bu iddiada olan Türkiye ise, gerçekten fark yaratacak önlemleri almayı hep ertelemektedir. Suriye’nin Türkiye sınırında yasak bölgeler oluşturulmalı; bunlara müdahale halinde Türkiye devleti, kara kuvvetlerini Suriye’ye yollamayı düşünmelidir.”

Bu, Suriye’ye “Amerikan askerlerinin değil, taşeronların (öncelikle de Türklerin) postalları ayak basacak…” senaryosudur. Bugün de tekrar gündeme gelmiştir. 

İktidar, tek başına bu adımı atmaktan çekindi. Buna karşılık Türkiye’yi cihatçı eşkıyanın bir üssü haline dönüştürdü. Eylül 2012’de “Esad üç ayda gidecek; Şam’da Emevi Camisi'nde namaz kılacağız” hayallerine savruldu. Beklenti tutmadı. Ama, dokuz ay sonra Reyhanlı’daki kanlı saldırı ile karşılaşıldı.

Buna karşılık Türkiye’nin yurtsever, barışsever, solcu aydınları AKP’nin Suriye’ye karanlık, kanlı müdahalelerini teşhir ettiler; eleştirdiler. Bunların arasında Barış Derneği ile Adalet İçin Hukukçular’ın Aralık 2013 tarihli Suriye Halkına Karşı Savaş Suçları başlıklı raporunu özellikle hatırlatmak isterim. Ayrıntılarıyla açıklanan savaş suçları nedeniyle Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın Yüce Divan’da yargılanmalarını öneren Rapor, resmi çevrelerce “suskunluk komplosu” ile geçiştirildi ve böylece suçlamalar bir anlamda (örtülü olarak) kabul edilmiş oldu.

***

Peki, bu arada ABD ne yapmaktaydı? Obama, kimyasal silahlar bahanesi ile Şam’a hava saldırısı tehdidini, Rusya’nın tepkisi ve Esad’ın uzlaşmacı tavrı sonunda geri çekti. Bir yıl sonra ortaya çıkan IŞİD saldırılarına, Irak’ta ve (Esat’ın örtülü onayı ile) Suriye’de hava harekâtı ile karşılık verdi. Güya Türkiye’nin de desteğini aldı. 

Ne var ki, birkaç gün önce ortaya çıkan bir Pentagon İstihbarat Raporu, IŞİD’in ABD’nin bilgisi altında oluştuğunu; Suriye’deki Cihatçı Sünni güçlerin ise ABD, Türkiye ve Körfez devletlerinin elbirliğiyle geliştirildiğini ileri sürüyor.

12 Ağustos 2012 tarihli Pentagon Raporu’nu Nafeez Ahmed’in 22 Mayıs 2015 tarihli Insurge-Intelligence sitesinde  yayımlanan yazısından elde edebiliyoruz. 

Pentagon Raporu’nun Obama Yönetimi’ne sunulduğu; ancak (en azından şimdilik) bir politika belgesi olarak görülemeyeceği anlaşılıyor. Yine de, Irak-Suriye coğrafyasındaki gelişmelere ilişkin bilgi veriyor ve olasılıkları (en azından Pentagon açısından) değerlendiriyor. 

Nafeez Ahmed’in aktardığı bilgi şudur: Suriye’deki Cihatçı Sünni güçlerin fiilen özerk bir bölge (“Selefî Prensliği”) oluşturması ABD, Türkiye ve Körfez devletleri tarafından sonuna kadar desteklenmektedir. 

Değerlendirilen olasılık ise şudur: Bu gelişmenin bir İslam Devleti biçimini kazanarak Irak’ı kapsaması, ABD’nin bölgesel çıkarları açısından tehlikelidir. 

***

Şimdi gelelim ABD-Körfez ve Türkiye arasındaki “şer ittifakı”nın Suriye’deki son hamlesine… Türkiye medyası haberleştirdi; ancak ek ve yeni bilgiler içeren üç Batılı kaynağa başvuracağım: Desmond Butler, Huffington Post, 7 Mayıs; Carmen Gentile, DefenseOne, 21 Mayıs ve Shamus Cooke, Countercurrents, 22 Mayıs. 

İdlib’i ve çevresini ele geçiren ve çok sayıda sivil Aleviyi öldüren “Fetih Ordusu”, aslında, Nusra ve Ahrar el Şam birliklerinden oluşmaktadır. İkisi de El Kaide’ye bağlı gruplardır. ABD gibi Türkiye de Nusra’yı terörist bir grup olarak tanımlamaktadır; ancak, adları verilmeyen Türk yetkililere göre, “yabancı Cihatçılara değil, yerel güçlere dayandığı için Nusra yakın bir tehlike olarak görülmemektedir ve bu nedenle ona müdahale edilmemektedir.” 

Suudi Arabistan ve Türkiye İdlib’de ortak bir komuta merkezi kurmuştur ve  artık açıkça Suriye hükümetine karşı savaşmaktadır.”  Bu savaşın kritik bir anında “ABD hava kuvvetlerinin desteği gerekebilecektir. Bu da Obama Yönetimi’nin sivilleri koruma vesilesiyle uçuşa yasak bir bölge ilanı ile sonuçlanabilecektir.” (Shamos Cooke) 

*** 

Bu sonuncu senaryoya dikkat ediniz: IŞİD’e karşı savaş, Irak sorunudur. Suriye hükümetine karşı Cihatçı/İslamcı çetelerin sürdürdüğü savaşa ise, ABD’nin hava, Türkiye’nin kara kuvvetleri (“Türk postalları”) destek verecektir. 

Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının da sorma hakkı oluşuyor: İdlib’de Türk “personel”in yönettiği veya katıldığı bir “komuta merkezi” var mıdır? Çarpışmalara katıldılar mı? Katılacaklar mı? Kimlerden oluşmaktadır? TSK, MİT veya başıbozuk “özel kuvvetler” mi?

Bu bilgiler, sorular, er veya geç, “hangi yetkiyle?” sorgulamasına bağlanmak zorundadır. 

“Giderek sıradanlaşan anayasal ihlallerden biri daha” diye geçiştiremeyiz. Zira, doğrudan doğruya Türkiye’de bir şiddet ve kıyım dalgasını başlatacak özellikler taşımaktadır.

Suriye’ye müdahale, faşizme geçiş sürecinde bir dinamit fitilidir. Ateşlenmesini önlemek zorundayız.