Dünyada, Türkiye’de Muhalefet Dalgaları

Önce bunalımı yaratan dev bankaları, spekülatörleri kurtardılar. Sonra krizleri, büyük sermaye çevrelerine, özellikle finans kapitale teslim olarak yönettiler. Ve bu teslimiyetin maliyetini utanmaz bir pervasızlıkla sıradan insanlara, emekçi sınıflara yıktılar. İşte Amerika’da, Avrupa’da son üç yılın özet hikâyesi…

Bu olgular elbette algılanacaktı tepkilere yol açacaktı. Halk sınıflarının saflarında filizlenmesi kaçınılmaz olan sosyal muhalefeti, sistemin temel ilişkilerini tehdit edebilecek kanalların dışına yönlendirmek, egemen sınıfların âcil gündem maddelerinin başına yerleşti.

Batı Avrupa’da toplumsal tepkilerin yöneleceği “zararsız kanallar”ın başında göçmenlere (özellikle Müslümanlara) dönük husumetin, giderek ırkçılığın güçlenmesi yer alıyor. Bu olgunun Avrupa’da burjuva siyasetine egemen olduğunu söylemiyorum. Ancak, ırkçı akımların merkez-sağ partilerin yedek güçleri olarak siyasetteki ağırlığı artmaktadır. Irkçı siyasi hareketlerin bazı talepleri giderek Orta-Sağ iktidarların program ve uygulamalarına taşınmaktadır. Sarkozy’nin (hepsi AB ülkelerinin vatandaşları olan) Roman’lara, Berlusconi’nin Afrikalı göçmenlere karşı uyguladığı şiddeti Müslüman göçmenleri hedef alan ayrımcılığın Avrupa’nın her yerinde güvenlik güçlerinde yaygınlaşmasını örnek gösterebiliriz.

Bu “aykırı” akımların Batı Avrupa’nın tarihsel edinimleriyle uzlaşması kolay değildir. Ne var ki, bunlar emekçilerin saflarına nüfuz ettikçe, düzen karşıtı, devrimci, sosyalist muhalefet geleneklerinin hatırlanmasını, canlanmasını önlemekte adeta onların yerine geçmektedir. Bu nedenle de, sistemin bekasını pekiştirmektedirler.

ABD’ye gelince, burada Wall Street ve devlet düşmanlığının (ve zaman zaman Hıristiyan köktendinciliğin) karışımından oluşan sağcı popülist akımı bugünlerde “Çay Partisi” hareketi temsil ediyor. Usta demagogların söylemleriyle ve büyük sermayenin desteğiyle beslenen bu karmakarışık muhalefet, Cumhuriyetçi Parti aracılığıyla siyasetin merkezine, Avrupa’daki benzerlerinden daha fazla nüfuz etmiştir.

***

Peki, bu “sahte muhalif” akımlar, bunalım koşullarında emekçilere yüklenen “kemer sıkma” politikalarına karşı mücadelelerin canlanmasını tamamen önledi mi? Özellikle Avrupa’da bu politikalar, sendikalardan kaynaklanan direnme, grev, gösteri eylemleriyle karşılandı. Ne var ki, geleneksel sosyal demokrat/sosyalist partilerin sisteme teslimiyetleri “dönüşü olmayan” boyutlara gelmiştir ve İspanya, Portekiz, Yunanistan ve (son seçimlerden önce) Britanya’da sermayenin kriz yönetimi programı aynı partilerce üstlenilmiştir. İşçi sınıfından gelen kitlevî tepkilerin siyaset alanına taşınması (en azından şimdilik) çok sınırlıdır.

Sosyal muhalefet bayrağını dalgalandırmak, bugünlerde Avrupa’nın öğrencileri ve gençliği tarafından da üstlenilmektedir. İngiltere’de, İtalya’da, Yunanistan’da, Fransa’da liseli, üniversiteli gençler, “kemer sıkma” programlarının doğrudan kendilerini hedefleyen öğelerine karşı ayaklanmakta bu tepkilerini sistem-karşıtı eleştiri öğeleriyle de birleştirmektedirler. Sermayenin sınırsız hegemonyasına ve tüketim toplumunun afyonlarına karşı dinç bir başkaldırıyı temsil etmektedirler.

***

Otuz yıl boyunca neoliberal programlarla cebelleşen çevre toplumlarına da göz atalım. Buralarda (İslamcı, Hindu, Hıristiyan) köktendinci ve şoven akımların halk sınıfları üzerindeki nüfuzu arttıkça, kapitalizmi, emperyalizmi hedefleyen bir sosyal muhalefet güçleşir gündem dışı kalır. Bu eğilimlerin kök salamadığı yörelerde (Latin Amerika’da, Hindistan’da, Nepal’de) düzen değişikliğini hedefleyen sınıf tabanlı hareketler ayakta kalıyor geleneksel sol programları içeren iktidarlar oluşabiliyor.

Türkiye, bugün, birinci grubun içinde yer almaktadır. Emekçiler, 12 Eylül rejimi sayesinde, uzun yıllar öncesine uzanan bir sol gelenekten, birikimden kopartılmış son yıllarda hızlanan bir süreç içinde dinci akımlara teslim edilmişlerdir. Ekonomik ve sosyal alanlar tamamen burjuvazinin programı tarafından biçimlenmektedir. Zaman zaman patlak veren sınıf refleksleri, şiddetle bastırılmakta örgütsüz emek yaygınlaşmaktadır.

***

Sözünü ettiğim sol geleneği bugüne taşıyanlar da var. SBF’nin, İTÜ’nün, ODTÜ’nün öğrencilerinin bir bölümü, “1968’li, 1978’li” devrimci kuşakların mirasını devralmaya başlıyorlar.

Ne istiyorlar? Bu soruyu soranlar, üniversite öğrencilerinin pankartlarına, afişlerine göz atamıyorlarsa Başbakan’a yönelttikleri sloganlara kulak veremiyorlarsa, aynı gençlerin birkaç yaş büyüklerinin, üniversite asistanları olarak yayımladıkları güzel bildiriyi okusunlar. 27-28 Kasım’da Eğitim-Sen’in İstanbul Üniversiteler Şubesi’nin çağrısıyla toplanan asistanların bildirisi şöyle başlıyor: “Bugün üniversite asistanları olarak bizler,… geçmişten bugüne üniversitede mücadele eden herkesin yarattığı değerlere ve bıraktıkları mirasa dayanıyoruz.

Bildiride sıralanan isteklere kuşbakışı göz atalım: “Üniversitelerde piyasalaşma ve ticarileşmeye … kârlılık temelindeki… neo-liberal politikaların asistanlara yansıması[na], iş güvencesinin ortadan kaldırılması[na]… sermayenin talepleri doğrultusunda kâr getiren projelere yönelmek zorunda bırakılma[ya] karşı[yız ve] eşit, parasız ve kamusal bir yükseköğretimi savunuyoruz. Üniversitede paranın değil bilim ve sanatın hâkim olabilmesi için sermayenin her düzeyde üniversiteden dışlanmasını istiyoruz. Öğrencilerin sadece müşteri olarak …görülmesine karşı, tam anlamıyla bir akademik özgürlüğü, öğrencilerin ve emekçilerin kendi öz örgütleri aracılığıyla gerçek bir katılımı talep ediyoruz… ‘Biz kalıyoruz YÖK gitsin!’ diyoruz.

Evet, asistanlar, Türkiye’de demokratik üniversite mücadelesinin en azından yetmiş yıla yaklaşan bir geçmişi olduğunu ve bu mücadelenin bayraktarlığını genellikle ilerici bilim insanlarının ve öğrencilerin yaptığını bilmektedirler. İstekleri de, sermayenin ve gerici iktidarların saldırıları karşısında (üniversiteliler olarak) otuz yıl boyunca yitirdiklerimizin listesinden oluşmaktadır.