Bugüne gelirken bazı kritik tarihler

Yaygın bir alışkanlıktır: Yıl son bulurken geçmiş on iki ayın bilançosunu çıkarırız. 

Ben de bu yazıya  “2019’da Türkiye…” niyetiyle ve “İslamcı faşist bir rejimin eşiğinde gel-git içindeyiz” tespitiyle başlamaya kalkıştım. Ama “bugüne nasıl geldik?” sorusuna takıldım ve daha ileri gidemedim.  

Bu soruyu 2007 sonrasının ana aşamaları, dönüm noktaları içinde tartışıyoruz. Fakat, biraz daha geçmişe uzanmayı ihmal ediyoruz; bugünü de etkileyen kritik yol ayrımlarını gözden kaçırıyoruz.  

Bu nedenle bu yazıda 2019 Türkiye’sinin biçimlenmesine katkı yapan bazı geçmiş olayları, tarihleri hatırlatmak istedim.. 

15 Mayıs 1974: MSP solcu hükümlülerin affına karşı…

12 Mart darbesini izleyen ilk genel seçim 14 Ekim 1973’te yapıldı. Ecevit liderliğindeki “demokratik sol” CHP,  yüzde 31,8 oy oranı ile ilk sırayı aldı. İki ay sonraki yerel seçimlerde bu oran yüzde 37,6’ya yükselecekti.

Parlamento aritmetiği, koalisyonları zorunlu kılıyordu. TBMM dışından Başbakanlığı üstlenen Naim Talu, Ocak 1974’te görevi Bülent Ecevit’e devretti; CHP-MSP koalisyon hükümeti güvenoyu aldı. 

Parlamenter demokrasi, önemli bir soruyla karşı karşıyaydı: Cumhuriyetçi sol ile siyasî İslam’ın bu ilk ittifakı, 12 Mart faşizminin enkazını temizleyebilecek miydi? Aslında daha temel ve tarihsel bir soru gündemdeydi: Siyasî İslam demokratik olabilir mi?

CHP yönetimi bu soruya olumlu yanıt verdi. Nitekim yeni hükümet, 12 Mart döneminin ve öncesinin siyasî hükümlülerini kapsayan bir af yasasında anlaştı. Düzen-dışı örgütlenme ve propaganda suçları affedilecekti. Komünizme karşı TCK 141-142 ve toplum düzenini dinî esaslara göre değiştirmeye karşı TCK 163 hükümlüleri… CHP-MSP koalisyonu, belki de, kapsamlı bir demokratikleşme programının ilk adımını atıyordu.

Ne var ki, siyasî İslam bu demokratik uzlaşmaya ihanet etti: TBMM’nin 15 Mayıs 1974 tarihli oturumunda önce madde 163’ü kapsayan af oylandı; kabul edildi. Sıra 141-142’ye gelince “uygun sayıda” MSP milletvekili oturumu terk etti veya karşı oy kullandı. Af, devrimcileri, sosyalistleri dışlayarak yasalaştı. AYM, iki ay sonra bu yanlışlığı düzeltecek; solcu hükümlülerin de tahliyesini mümkün kılacaktı. 

Cumhuriyet tarihinde ilk kez iktidara ortak olan siyasî İslam, demokratik bir ittifakın öğesi olamayacağını Mart 1974’te açıkça ortaya koydu. Koalisyon son buldu. MSP sonraki Milliyetçi Cephe hükümetlerine katıldı.    

15 Mayıs 1979: Büyük burjuvazinin iktidara karşı “muhtırası”…

1970’li yıllar son bulurken Batı Avrupa-türü bir siyasî yelpaze Türkiye’de de yerleşmeye başlamıştı. Belirleyici yenilik emekçi sınıfların, seçmen kimlikleriyle ve halk örgütlenmelerinde Cumhuriyetçi ve devrimci sola kayması idi.  

5 Haziran 1977 genel seçimlerini Cumhuriyetçi Sol’u temsil eden CHP yine ilk sırada göğüsledi; oy oranını yüzde 41,4’e yükseltti. Adalet Partisi’nden ayrılan milletvekillerinin katılımıyla oluşan Ecevit hükümeti Ocak 1978’de güven oyu aldı. 

Faşist akımlar ve derin devlet, Türkiye toplumunun sola kaymasını önlemeyi üstlenmişti. Burjuvazi bu cepheye açıkça katıldı. Sermaye çevreleri 12 Eylül rejimine yeşil ışık yakan bir “muhtıra” kaleme aldı. Gerçekçi Çıkış Yolu başlığı altında 15 Mayıs 1979’da gazetelerde tam sayfa ilan olarak yayımlandı. 

Muhtıra, hükümetin iktisat politikasını bir rejim sorunu olarak damgalıyordu. Sözcülüğü üstlenen bir büyük patron, CHP iktidarını, “Atatürk’ün ilkelerinden saparak hür teşebbüsü yok edecek uygulamalara” yönelmekle suçluyordu. 

Bu çıkış, sermaye ile “derin devlet”in 12 Eylül’e giden ittifakını ilan etti. Yeni rejimin ekonomik programının burjuvazi tarafından belirleneceği peşinen açıklanmış oldu. 

Bu ittifak, emekçi sınıfların taleplerini temsil eden sol/sosyalist akımları dışlayan bir rejimi hedefliyordu; sonraki on yılı biçimlendirdi. Bir anlamda 1946’da çok partili rejime Türkiye solunu tasfiye ettikten sonra  geçilmesi gibi… 

Türkiye burjuvazisinin Mayıs 1979’daki anti-demokratik günahı, yakın geçmişin bu kritik dönemecini belirlediği için vurgulanmalıdır. 

3 Temmuz 1993: Madımak faciasında “halk” zarar görmüyor

2 Temmuz 1993’teki Madımak kıyımı onulmaz bir yaradır. Ayrıntılarıyla incelendi; olayın kendisine dönmeyeceğim. 

1993’ün siyasî ortamı önemlidir: 12 Eylül darbesine, uygulamalarına karşı çıkan DYP/SHP koalisyonu iktidardadır. Sekiz yıllık baskıcı bir dönemi reddeden halk, Merkez Sağ / Cumhuriyetçi Sol ittifakından demokratikleşme beklentisi içindedir. 

3 Temmuz kıyımını gerçekleştiren İslamcı teröre karşı Merkez Sağ siyasetçilerin tepkisi, bu beklentinin geçersiz olduğunu gösterdi. Daha da kötüsü, Türkiye’nin İslamcı güzergâha kaymasına önemli bir katkı yaptı. 

Bu siyasetçiler, adeta elbirliğiyle, 33 aydınlık insanı ölüme sürükleyen İslamcı güruhu “halk” ve “vatandaş” olarak nitelendirdi; güvenlik güçlerini, onlara zarar vermediği için alkışladı; 33 kurbanı ya görmezlikten geldi; ya da “tahrikçi” olarak damgaladı. Örnekler gerekiyor.

Linç girişimi başlayınca “halk ile güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyiniz" talimatını veren Cumhurbaşkanı Demirel’le başlayalım: “Ağır tahrik sonucu halk galeyana gelmiş; güvenlik güçleri ellerinden geleni yapmışlardır. Karşılıklı gruplar arasında çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır. Olay münferittir."

Başbakan Tansu Çiller: "Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir.” 

DYP’li İçişleri Bakanı Gazioğlu: "Aziz Nesin'in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir.” 

Ana muhalefet (ANAP) lideri Mesut Yılmaz: “Devletin valisi, yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’de halkımızın dini değerleriyle alay eden bir konuşmacıya karşı tepkisiz kalmışsa, milletin o valiye güvenmesini bekleyemezsiniz. Fikir özgürlüğünün halkımızın mukaddes değerlerine karşı kullanılmasına kayıtsız kalamayız.”

Aziz Nesin’in Sıvas konuşmasına dönük “dinî değerlerle alay” iddiası tamamen yalandır. 

SHP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü de aynı söyleme katılacaktır: “Güvenlik güçlerimiz vatandaşlarımızın zarar görmemesine dikkat ederek olayları kontrol etmeye çalışmışlardır.”

Temmuz 1993’te İslamcı teröristleri (“halk” olarak) gözetmeye öncelik veren Merkez Sağ siyaset, 1980 öncesindeki Milliyetçi Cephe sicilini sahiplenmiş oldu. On yıl sonra İslamcı akımın iktidara yerleşmesi ile tarihe karıştı. 

“Halkın dinî değerleri” safsatasına teslim olan SHP lideri İnönü ise, aynı ürkekliği 25 yıl sonrasının CHP liderliğine devredecekti.  

23 Ağustos 2002: Baykal, Kemal Derviş’e CHP rozeti takıyor 

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, 23 Ağustos 2002’de Kemal Derviş’e CHP rozeti taktı. İki hafta önce Ecevit hükümetinden istifa eden Derviş’in 2 Kasım seçimlerinde CHP’den milletvekili adayı olacağı ve seçim programının hazırlıklarına katılacağı da duyuruldu.  

2002 seçimleri arifesini hatırlatayım: 1998’den beri Türkiye ekonomisini yöneten IMF, hem 2001 krizini tetiklemiş; hem de kriz yönetimini üstlenmiştir. Sert IMF programının uygulanması Dünya Bankası’ndan çağrılan Derviş’e devredilmiştir. Kriz yönetiminin yarattığı ağır toplumsal bunalım erken seçim kararının alındığı 2002 sonunda zirveye ulaşacaktı.

Halk muhalefeti sokaklara taşmış; yaygınlaşmıştı. Bu muhalefeti sahiplenen parti iktidara gelecekti. CHP lideri Baykal, önce “sorumlu muhalefet yapacağı”nı ilan etti; sonra da “acı reçeteler”in uygulayıcısı Derviş’i partisine aldı. AKP ise, seçim propagandasını IMF eleştirisi üzerine inşa etti. 

Kasım 2002 seçimi, TBMM’deki üç koalisyon partisini (DSP, MHP ve ANAP’ı) topluca parlamentodan tasfiye edecek; neoliberal şöhretli Çiller’in partisi de kervana katılacaktı.     

CHP ise Kemal Derviş programıyla bütünleşti; partisinin, Ecevit’in katkısı olan “sol” kimliğini terk etti. TBMM’ye tek ana muhalefet partisi olarak girdi ve AKP’ye bugüne kadar sürecek tek parti iktidarını “armağan” etti. 

***

Sonraki yıllarda İslamcı faşizme geçişin kritik aşamalarını biliyoruz. 2007’den 2017’ye ulaşan seçimler, referandumlar, Gülen hareketinin komploları, darbe girişimi… 

Her birini tartıştık; sonuçları değerlendirdik. Ama bugünkü karanlığa, önceki tarihlere ulaşan bir dizi bozukluğun, basiretsizliğin sonunda ulaştık. 

Siyasî İslam’ın anti-demokratik özünün teşhiri önemliydi; ama büyük burjuvazinin, Merkez Sağ’ın da anti-demokratik özellikleri ağır basacak; Merkez Sol’un Cumhuriyetçi ve “sol” değerleri sahiplenmedeki ürkekliği dönüşümü hızlandıracaktı. 

Bu yazıda bazılarını hatırlatmak istedim.