Bir yıldönümü üzerine

“Beş kayıp yıl” sonunda metropol ekonomileri bir “büyük durgunluk” ortamına saplanmıştır. Emperyalizmin çevresindekiler ise “finans piyasalarında balonlaşma mı, kriz mi” açmazına mahkum olmuş durumdadır.

Bugünlerde uluslararası krizin beşinci yıldönümü hatırlanıyor, bilançolar çıkarılıyor.

Büyük bir krizin adım adım gelmekte olduğunu gösteren somut olaylar, aslında Şubat-Mart 2007’de ortaya çıktı. Önce HSBC’nin ipotekli türevler üzerinde ağır kayıplara sürüklendiği ortaya çıktı, sonra da aynı piyasada 60 milyar dolarlık bir işlem hacmini denetleyen New Century Financial adlı dev şirket iflas etti. Sonraki on sekiz ay boyunca olumsuz olaylar zinciri devam etti. Yine de krizin başlangıcı olarak ABD’nin dev yatırım bankası Lehman Brothers’ın 15 Eylül 2008’de iflası kabul edildi.

Burjuva iktisadı krizi öngöremedi, sonrasını da derinliğine çözümleyemedi. Bizim takım (Marksist, sosyalist, sol-radikal iktisatçılar) ise, bir bunalım ortamının filizlerini belirlemeye, ölçmeye epey zamandır başlamıştı. Krizin teşhisini en erken koyanlar ve gelişimini de anlamlı bir çerçeve içinde inceleyenler de onlardı. Adlarını, katkılarını burada sıralamam mümkün değil.

* * *

Uluslararası kriz üzerinde kuşbakışı birkaç vurgulama, hatırlatma yapalım.

(1) Kapitalizmin, metropol sermayesinin krizi söz konusudur.

Kapitalizmin krizlerini çözümlemek için öncelikle kâr oranındaki hareketlere bakmak gerekir. Bu genelleme bu kriz için de geçerlidir. ABD’de neo-liberal yıllar boyunca (1981-1997 döneminde) yükselme eğilimi gösteren ortalama kâr oranı, sonraki on yılda (2007’ye kadar) düşmeye başlamıştır.

Krizin ön koşulları böyle oluştu.

(2) Finans kapitalin özel katkısı oldu.

Sözü edilen kâr oranı, üretken sermaye için geçerlidir. Buna karşılık, finans sektörünün başta ABD, metropol ekonomileri içindeki ağırlığı, neo-liberal dönem boyunca hızla arttı. Finansal kârlar, getiriler, üretken sektörlerdeki kâr oranlarının üzerinde seyretti.

Bu, finansal (kâğıttan) varlıkların ekonomilerin büyüme temposunun çok üzerinde değer kazanmasıyla yakından ilgilidir. Bu “zenginleşme”, kâğıt üzerinde kalmadı ekonomilerin reel kesimleri üzerinde talepkar oldu üretken sermayenin aşınmakta olan kâr oranları üzerinde ayrıca baskı oluşturdu.

(3) Emperyalizmin özel işlevleri ve sorunları gündeme gelmiştir.

Emperyalizm, bu ortamda iki doğrultuda etkili oldu. Üretken metropol sermayesi düşük ücretli çevre ekonomilerine (örneğin Çin’e) astronomik boyutlarda yayılarak ülke içindeki (ABD’deki) kârlar üzerindeki baskıları telafiye çalıştı. Dev metropol şirketleri böylece kârlılıklarını korudular, ancak “kendi ülkeleri” dışına taşarak…

İkinci doğrultu, “dolar emperyalizmi” ile ilgilidir. ABD’nin süper-emperyalist konumu doların fiilen bir dünya parası olmasını sağlıyordu. Böylece dolar (veya dolarlı tahviller) basarak dünyayı “satın alma”, hemen hemen sınırsız cari açıklar verme ayrıcalığı oluyordu. Dış dünyadan çok büyük boyutlarda kaynak aktarımı bu sayede sağlandı. Finansal kesimin reel ekonomi üzerindeki talepleri ve emekçilerin gelirleri üzerinde tüketebilme olanakları bu kaynak aktarımı ile karşılandı.

Yaygın ve abartılı borçlanmaya dayalı balonlaşma böyle oluştu. İçten veya dıştan gelecek bir “dürtü” sonunda patlaması kaçınılmaz bir köpük…

“Dürtü” içten, hastalıklı biçim ve boyutlarda finansallaşmış olan konut piyasalarından geldi. Şubat 2007’de başlayan belirtiler, Eylül 2008’de dört başı mamur bir finansal krize dönüştü, hızla Avrupa’ya yayıldı, reel ekonomileri de bunalımlara sürükledi.

(4) Kriz yönetimini finans kapital üstlendi.

Başlangıçtaki Keynes’çi maliye politikaları hızla terkedildi ve öncelik finans kapitalin ihya edilmesine odaklandı. Batık finansal kuruluşlar, önce hazine, sonra da merkez bankalarından astronomik kaynaklar aktarılarak kurtarıldı. Artan likiditenin üretimi destekleyen kredilere dönüşmesi sınırlı kaldı. Büyük ölçüde spekülatif fon akımları beslendi.

(5) Krizin çevre ekonomilerine yansıması sınırlı kaldı.

2008-2009’da hızlı sermaye çıkışları çevre ekonomilerini kriz ortamına taşıdı. Çoğu iç talebi pompalayarak bu durumu geçiştirdiler. Büyük boyutlu ve kronik dış açık/dış borç sorunları içinde olanlar (örneğin Doğu-Orta Avrupa, Türkiye, Meksika, Güney Afrika) bu seçeneği izleyemediler ve küçüldüler.

2009’un sonlarında Batı merkez bankalarının başlattığı likidite genişlemesi “Güney” coğrafyasına da bol miktarda taştı. Brezilya gibi ülkelerde, dış dengelerin bozulması nedeniyle “kur savaşları” yakınması başladı. Türkiye gibi “kırılgan” ekonomileri ise sıcak para girişleri rahatlattı.

2010 ortalarında Avro Bölgesi yeni bir kriz dalgasına sürüklendi. Sistemin (Avrupa’nın güneyi ile İrlanda’dan oluşan) bağımlı çevresine, neo-liberal dönemde Üçüncü Dünya’nın sık sık karşılaştığı IMF/DB reçeteleri insafsızca uygulandı.

* * *

“Beş kayıp yıl” sonunda metropol ekonomileri bir “büyük durgunluk” ortamına saplanmıştır. Emperyalizmin çevresindekiler ise ABD Merkez Bankası’nın belirlediği “finans piyasalarında balonlaşma mı, kriz mi” açmazına mahkum olmuş durumdadır.