Bir Yıldönümü KORKUT BORATAV

12 Eylül 1980 darbesinin yirmisekizinci yıldönümünden iki gün önce geçtik. Askerî rejimin üç yıllık kanlı, gaddar bilançosu Türkiye'nin anayasal, siyasal, hukukî kurumlarına yaşattığı travma hatırlandı, hatırlatıldı.

Türkiye daha önce 12 Mart 1971 darbesiyle benzer bir travmadan geçmiş sıkıyönetim komutanlıklarının ve hükümetlerin baskıcı uygulamaları da geride kanlı bir bilanço bırakmış 1961 Anayasası'nın demokratik "aşırılıkları" törpülenmişti. Bunlara rağmen 12 Mart rejimi, Türkiye toplumunun siyasî, kurumsal, hukukî özelliklerinde kalıcı bir yıkım bırakmadan iki yıl içinde tarihe karışmıştı. Öyle ki, 12 Martın "defterini düren" 1973 seçimleri, Ecevit'in liderliğinde sola kaymış olan CHP'nin birinci parti olmasıyla sonuçlanmış sosyalist, devrimci akımlar da kayıplarını telâfi etmeye çalışarak birkaç yıl içinde yeni yapılanmalar altında siyaset ve toplum sahnesindeki yerlerine dönmüşlerdi.

12 Mart darbesinin "geçici" kalmasının ardındaki en önemli iki etkenden biri, bence, o tarihte tüm dünyada solun yükselme konjonktürü içinde olmasıdır. Batı toplumlarında 1968'de başlayan bir dalga hemen hemen her ülkeyi sola yöneltirken, Türkiye'nin kalıcı bir biçimde faşizan düzenlemelere geçmesi eşyanın tabiatına uymuyordu. 12 Mart darbecileri bir yandan sola karşı şiddet uyguladılar sıkıyönetim mahkemelerini çalıştırdılar idam sehpalarını kurdular ilerici dernekleri, sendikaları kapattılar bir yandan da Nihat Erim hükümetinin iç ve dış kamuoyuna "reformcu" bir vitrin sunmasına özen gösterdiler.

O tarihlerde "reform" sözcüğünden bugünkü gibi "piyasacı" değil, ilerici çözümler (örneğin toprak reformu) anlaşılırdı. Ve Nihat Erim hükümetinde "reformculuğu", ABD'den ithal edilerek başbakan yardımcılığına getirilen Attila Karaosmanoğlu tescil ediyordu. Devlet Planlama Teşkilâtı'nın kurucularından olan Karaosmanoğlu kamuoyunda ilerici bir iktisatçı olarak biliniyordu. Bu "vitrin süsleme" çabalarının göstermelik niteliği hızla ortaya çıktı. 12 Mart rejiminin baskıcı dozu artınca hükümete "beyin takımı" olarak girmiş 12 bakan istifa etti. Yine de, bu "vitrin" girişimi göstermektedir ki, 1971-1972 koşulları, sermayenin toplum üzerindeki sınırsız tahakkümünü kalıcı hale getirmek için elverişli değildi.

12 Mart rejiminin kalıcı izler bırakamamış olmasının ikinci nedeni, bana göre, CHP'nin gösterdiği demokratik direnmedir. 12 Mart darbesinin TBMM dağıtılmadan, sadece hükümeti istifaya zorlayarak gerçekleştiğini ve sonraki iki yıl boyunca Adalet Partili milletvekillerinin baskıcı uygulamalara yeşil ışık yaktığını, örneğin Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamları için özel çaba gösterdiğini hatırlatalım. İsmet Paşa'nın yerine CHP genel başkanlığına 1972'de seçilen Bülent Ecevit (ve parti genel sekreteri Kâmil Kırıkoğlu gibi arkadaşları) ise, darbeci uygulamalara ilkeli bir muhalefet sergilediler ve hükümet-sıkıyönetimler-AP itttifakına meydanı boş bırakmadılar.

1971-1980 tarihleri arasındaki demokrat ve sol çizgisiyle Bülent Ecevit'in hakkının (özellikle sosyalistler tarafından) verilmediğini düşünüyorum.

***

12 Eylül darbesi gerçekleştiğinde, sermayenin dünya çapındaki saldırısı yükseliş halindeydi kesin zaferini ilan etmesine az kalmıştı. Üçüncü Dünya için neoliberal reçeteler bir süreden beri olgunlaştırılıyordu. Ekonomilerde liberalleşmeyi askerî rejimlerle hızlandırma modeli, önce Şili'de, sonra Brezilya'da, Arjantin'de denenmişti. Metropollerdeki içsel dönüşümler ise, 1979'da Thatcher'in, 1980'de Reagan'ın iktidara gelmesiyle kesinleşecekti.

12 Eylül darbesinin ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı için uygun göreceği isim, artık, Karaosmanoğlu kimliğinde bir iktisatçı değil, Sabancı Holding'in eski koordinatörü, MESS başkanı Turgut Özal olacaktı. Demirel hükümetinin Başbakan Müsteşarı ve 24 Ocak 1980 kararlarının mimarı olan Özal'ın, bu tarihle 12 Eylül arasında üst düzey komutanlara, piyasacı neo-liberal modelin nimetlerini anlatan brifingler verdiği biliniyor. Başkaları, yine askerlerle haberleşerek otoriter bir anayasa üzerinde çalışıyorlardı. Kısacası, komutanlar, sermayenin sınırsız tahakkümünü hedefleyen neo-liberal modele göre Türkiye'yi biçimlendirmeye hazırlanmaktaydılar.

Sermaye çevreleri darbeyi alkışladılar. Türkiye toplumunun yeniden yapılanmasının aktif oyuncuları olarak kollarını sıvadılar. En büyük güvencelerinden biri, on yıl sonra emekçiler tarafından "Çankaya'nın şişmanı, işçi düşmanı" olarak yaftalanacak olan Turgut Özal'dı.

Bu tür bir radikal dönüşümün Özal'sız gerçekleşemeyeceğini düşünmek yanlış olur. Egemen sınıflar, dünyadaki dönüşüme hızla ayak uydurmak istiyorlardı. Ekonomik, siyasi koşullar (kriz ve "anarşi" sayesinde) olgunlaştıktan sonra, komutanları ikna edecek, süreci yürütecek uygun kişinin bulunması kaçınılmazdı. Benzer koşullarda hiçbir toplum "uygun aktör"ün belirlenmesinde "insan sıkıntısı" çekmemiştir.