AKP iktidarı ve sermaye

AKP’yi Türkiye’nin egemen sınıfları iktidara getirmedi. Bu burjuva partisi 2002 seçimlerini kazandı o kadar… “Kendi” burjuvalarını hiçbir zaman unutmadı fakat sadece onların örgütü olma konumunu hızla aştı sermayenin tüm katmanlarını, ortak çıkarlarını gözeten uygulamalara geçti.

Bunu, öncelikle, 1980 sonrasında sermayenin dünya çapında programı olan neo-liberalizme tam uyum sağlayarak gerçekleştirdi. Hatırlayalım:

2001 krizinde IMF ile imzalanan stand-by anlaşmasını devraldı sapmadan uyguladı 2003’te beş yıllık yeni bir anlaşma yaptı. Sonraki yıllarda da IMF-güdümlü makro-ekonomik politikaları büyük ölçüde izledi.

Dünya Bankası’nın yapısal uyum politikalarının, bölüşüm ilişkilerini sermaye lehine biçimlendirmeyi hedefleyen öğeleri de AKP tarafından sadakatle uygulandı. Tarımda çiftçinin kaderi, büyük ölçüde piyasa güçlerine teslim edildi. İşgücü piyasalarının esnekleşmesinde büyük mesafeler alındı. Taşeronlaşmanın (kamu sektörü dahil) yaygınlaşma derecesi sendikaların durumu çarpıcı göstergelerdir.

Özelleştirme devlet işletmeciliğini büyük ölçüde tüketmiş kentlerdeki kamu varlıklarına taşınmıştır. Bunlara, eğitim ve sağlığı geniş boyutlarda ticarileştiren “reformlar” da eklenmelidir. On bir yıllık tek parti yönetimi, 1990 sonrasındaki koalisyon hükümetlerini zaman zaman etkileyen ve emek lehine öğeler içeren popülist sapmalara son vermiştir.

Böylece toplumsal hasılada sermayenin payı çarpıcı boyutlarda artmıştır. Tüm bölüşüm göstergeleri bu durumu doğrulamaktadır.

Bunlara, AB’ye tam üyelik başvurusunun uzantılarını ve ABD ile (Mart 2003’te zedelenen) ilişkilerin düzeltilmesini de eklemek gerekir.

Bunlar, bütünüyle, sermayenin genel programını oluşturmaktadır. Demokratikleşme bir yana, özünde anti-demokratiktir. Burjuvazinin ortak çıkarlarının ödünsüz gözetilmesi, izlenmesi, sermayenin tüm katmanlarını AKP ile barışık kılmıştır. Anayasa referandumunda patronların ezici çoğunluğunun “evet” oyu vermesi, bu nedenle şaşırtıcı değildir.

* * *

Ancak, neo-liberal programların bir boyutu, emek-sermaye ilişkilerinin ötesine gider. Bu öğe, siyasi iktidarlarla sermayenin farklı kanatları arasındaki bağlantıları “tarafsız” kılmayı hedefler. Böylece örneğin yerli veya küçük şirketlerin, uluslar-ötesi veya büyük sermayeye karşı kayırılması siyasetçilerle iş çevreleri arasında ayrımcı uygulamaları önlenecektir.

Bu hedef 2001 sonrasında Kemal Derviş’in rehberliğinde oluşturulan programın önceliklerinden biriydi. Kamu ihaleleri, rekabet, batık bankalar (TMSF), sermaye piyasası, banka denetimleri, elektrik, enerji, telekomünikasyon gibi kritik alanlarda siyasi iktidarların denetimi dışında kalacak, bağımsız üst-kurullar oluşturuldu tam yetkili kılındı.

AKP iktidarı, “kendi” burjuvalarını hiçbir zaman unutmadı onlara içten-dıştan yenilerini ekledi gözetme, kayırma çabalarını frenleyebilecek olan üst kurulları önce fiilen, 2011’de yasayla hükümete bağladı. Örneğin Dünya Bankası mutfağında hazırlanmış olan İhale Yasası defalarca (son olarak geçen Perşembe) değiştirildi “müşteriye göre” biçildi makaslandı.

Bu “frenleme öğeleri” devre dışına çıkarılınca, iç ve dış sermaye çevreleri, şirketler, iş adamları arasında “yarenleri ihya etme uyumsuzları cezalandırma” yöntemleri pervasızca geliştirildi uygulandı.

Bu özellikleriyle AKP, sermaye iktidarının yozlaşmış bir biçimini temsil eder Özal’lı ANAP yönetiminin abartılı bir türüdür. Sermaye iktidarıdır zira ekonomiye egemen olan burjuvazinin genel sınıfsal çıkarları sonuna kadar hayata geçirilmektedir. Yozlaşmıştır zira bu sınıfın seçilmiş öğeleri arasında, kayırıcı veya dışlayıcı uygulamalar sınırsızca, pervasızca kullanılmaktadır. Ayrımlar, katmanlara, sektörlere, işlevlere dönük değildir örneğin yerli-yabancı, ithalatçı-ihracatçı, büyük-küçük, çiftçi-tüccar lehine-aleyhine ayrımlar arka plandadır. Ödüllendirilme, cezalandırma doğrudan doğruya tekil şirketlere, iş adamlarına, firmalara dönüktür kişiselleşmiştir.

17 Aralık belgeleri bu çerçevede gerçekleşen yozlaşmanın dramatik boyutlarını sergilemiş AKP iktidarının, Türkiye burjuvazisinin kapkaççı, rant vurguncusu, devletten nemalanan parazit öğelerine bir “altın çağ” armağan etmiş olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur.

* * *

1980’li yılların sonlarında, kimi büyük sermayedarların Özal-türü yozlaşmaya karşı (“kleptokrasi” suçlamasını da içeren) sert eleştirileri, ANAP’ın yıpranmasına, giderek iktidardan uzaklaşmasına katkı yapmıştı.

Sermaye-içi ilişkilerdeki yozlaşma, sermayenin genel çıkarlarını tehdit eden bir boyuta ulaştı mı? Güçlü sermaye çevreleri bu teşhisi koymuşlarsa, elbette yeni arayışlara geçeceklerdir.

Ancak bu tür arayışların hayata geçirilmesi karmaşık, güç, dış bağlantılara da uzanan ayrı bir süreçtir.