Referandum sonrasında Sosyalist hareket…

Referandum süreci sosyalist hareket açısından tarihsel bir dönüm noktası oldu. Sosyalist hareketin, tarihsel birikimini temsil eden ÖDP, TKP, Halkevleri ve EMEP’in referandum sürecinde oluşturduğu “Halkın hayır’ı var” inisiyatifinin liderliklerinin yorumlarında da genel olarak bu gerçeği vurguladığı görülüyor. Sosyalist hareket, referandum sürecindeki oluşumunun, gücünün bilincine varmış görünüyor. Bu son derecede önemli ve heyecan verici bir gelişme.

“Evet” cephesinin sözcülerinin hiddetinin bir türlü yatışmıyor, ağızlarının bir türlü toparlanamıyor olması da bu saptamayı destekliyor. Akılları sıra AKP muhalefetini sandığa gömmeyi planlarken solun yeni bir döneminin doğuşuna şahit oluyorlar… Diyalektik işte…

Heyecan ve umut verici bir başka gelişme de referandum süreci boyunca sosyalist hareketin örgütlerinin ve yapılarının, birbirleriyle rekabet etmek yerine birlikte davranmaya, birbirlerini desteklemeye ve diyaloga özen göstermiş olmalarıdır. Çokluk, çokluğunu koruyarak, birlikte davranmayı başarmıştır... Bu başarının başlı başına bir olgunluk örneği olarak hareketin genel ve ortak tarihine yazılacağından hiç kuşku yok.

Yeni bir gelişme sürecin başında olduğumuzu düşündüren, çok sayıda güçlü belirti var. Bu sürecin anlamlandırmasını hep birlikte “diyalojik” bir biçimde (birbirimizle konuşarak) gerçekleştirmemiz çok önemli. Bunun için de öncelikle, referandum sürecinde başlayan samimi, yapıcı, seviyeli tartışmaları hızlandırmak, kaygıyı rüzgara savurarak yeni fikirleri ve önerileri sosyalist hareketin tümünün değerlendirmesine açmak, ortak bir tartışma sürecini amaçlamak gerekiyor diye düşünüyorum.

Referandumun anlamı ve ardında başlayan sürecin, sosyalist hareketin realiteye müdahale etmesini kolaylaştıracak bir biçimde yorumlanması, çok boyutlu ve çok katmanlı analizleri gerektiriyor. Yayımlanmaya başlayan yorumlarda bu analizlerin birçok örneği kendini göstermeye başladı.

Ben bu kısa denemede sosyalist hareketin CHP ve BDP’ye yönelik olası yaklaşımları üzerinde düşünmeye çalışacağım. Çünkü, ben de sosyalist hareketin bir çok yorumcusu gibi, referandum sonuçlarının ışığında bu iki siyasi partinin genel olarak sol blok içinde tanımlanması gerektiğine inanıyorum. Ancak bu o kadar kolay gerçekleştirilecek bir tanımlama gibi gelmiyor bana. Ek olarak önümüzdeki genel seçimlere kadar uzanan dönemi tek bir konjonktür olarak değerlendirmek, bu konjonktürden beklediklerimizi şimdiden saptamak, ona göre kolları sıvamak gerektiğini düşünüyorum. Parlamentarist saplantılarımız olmadığından da yapabileceklerimiz ve yapamayacaklarımız konusunda da soğukkanlı olmakta yanayım.

Yukarıda değindiğim tanımlamaya dönersem, bu tanımlamanın nasıl ve hangi koşullara bağlı olarak gerçekleştirileceği önemli. Bu tanımlama çabasının amacı akademik bir etkinlik değil de siyasi mücadeleyi güçlendirecek araçlar üretmek olduğunda, başarılı olma koşulları da tanımlanmaya çalışılan nesneyle siyasi ilişki içinde olmaktan geçiyor diye düşünüyorum.

Ben bu çabaya katkı yapmak amacıyla şöyle bir yaklaşım önereceğim. Siyasal İslam’ın “pasif devriminin”, ABD ve AB merkezlerinin “yeni-sömürgeci” projelerinin (taleplerinin), ülke üzerindeki, Referandumla birlikte hızlanacak olan yıkıcı etkilerini engellemeyebilmek için, sosyalist hareketin, güçlerini birleştirmeye devam etmenin yanı sıra, bu, birbirinde farklı, hatta çelişkili, siyasi, ideolojik yapılanmaları temsil eden iki partiye yönelik iki farklı taktik geliştirmesi gerekiyor.

Önce CHP’den başlamak istiyorum. Bence bir siyasi/sosyal olgu olarak CHP ile andaki liderliğini oluşturanları ve CHP’nin andaki anlamını birbirine karıştırmamak gerekiyor. CHP, liderliğinin hiç de azımsanmayacak zaafları (milliyetçi, zaman zaman otoriter, kimi zaman kararsız) bir yana, geleneksel olarak Sosyal Demokrat bir parti, muhafazakar düzen partilerinin karşısında, onlara muhalefet eden bir güç olarak algılanıyor. Bu algının arkasında nereden bakarsak bakalım %25- %30 arasında değişen istikrarlı bir seçmen kitlesi var.

Bu ideolojisi, kültürel özellikleri kemikleşmiş bir kitle değil. Aksine, karşımızda akışkan sık sık sosyal şoven refleksler sergilediği gibi, anti-emperyalist, halkçı, cumhuriyetçi, modernist (her iki eğilimiyle birlikte) refleksler de sergileyen, genelde demokratik ve aydınlanma ilkeleriyle uyumlu bir dünya amaçlayan bir “çokluk” var. Bir başka değişle,bir, “çelişkili sınıf posizyonları” olgusuyla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Eğer bu saptama doğruysa, bu çokluğun siyasi yönelimi esas olarak sınıf mücadelelerinin ve sosyalistlerin basıncının etkilerine bağlı olarak şekillenecektir.

Sosyalistlerin, gerek CHP tabanını, gerekse de bu tabanı tutmak ve iktidara gelmek isteyen liderliğini, milliyetçi-halkçı-otoriter bir çizgiyle, sosyal demokrat (emek sorunlarına, bireysel özgürlüklere duyarlı, eşitlikçi taleplere ve “toplumsal çıkar” kavramlarına açık) bir çizgi arasında, ikincisinden yana eğilmeye zorlayacak, bir söylemi, bunu taşıyacak politikaları üretmeleri gerekir diye düşünüyorum.

AKP’nin otoriter eğilimleri, Siyasal İslam’ın totaliter “pasif devrimi”, CHP’ye dayanılarak durdurulamaz, ama CHP’nin temsil ettiği güç olmadan da durdurulamaz. Bu güç sosyalist hareketin organik parçası olmaya çok yatkın olmamakla birlikte onunla paralel bir çizgide hareket etmeye yatkın bir güçtür.

BDP’ye gelince, burada çok farklı bir paradigma ile karşı karşıyayız. BDP referandum sürecinde, ulusalcı bir hareket olarak, yapılanmasının içinde taşıdığı çelişkilerin etkilerini yaşamaya başladı. Burjuva-toprak ağası kesimler, BDP’nin ulusalcı entelijansiyasından farklı düşündüklerini, kendi sınıfsal çıkarlarına öncelik vereceklerini açıkladılar. Bu kesimler, şimdi kendi sınıfsal çıkarlarını koruyabilmek ve Türkiye oligarşisiyle pazarlıklarında gerekli gücü ellerinde tutabilmek için, BDP’nin tabanı üzerinde söz sahibi olmaya devam, etmek zorundadırlar. Bu nedenle, ulusalcı entelijansiya ile köprüleri atmaya henüz güçleri yetmemekle birlikte, bir hegemonya mücadelesine girişmeye karalı olduklarını söylemek hiç de yanlış, ya da abartılı olmayacaktır. Bu hegemonya mücadelesi BDP’nin ulusalcı entelijansiyasını (liderliğini) önemli ve zor bir seçenekle karşı karşıya bırakacaktır. Sosyalist hareket bu seçeneğin oluşmasına ve BDP liderliğinin yapacağı seçime yardımcı olmaya çalışmalıdır.

Bu seçenek söyle özetlenebilir: BDP liderliği, ya Kürt egemen sınıflarının hegemonyasını kabul edecek, ulusalcı sadakatini, sermayeye transfer edecektir, onun çıkarlarının koruyucusu ve hegemonyasının bekçisi (organik entelektüelleri) olacaktır. Ya da BDP liderliği, Venezüella/ örneğinde olduğu gibi halk sınıflarıyla bir ittifakı, halkçı, eşitlikçi, onların sosyal ekonomik gereksinimlerini öne çıkarmaya başlayan bir yönde inşa etmeye girişecektir.

Sosyalist hareket BDP liderliğine, bu ikinci seçeneğin gerçeklenmesi yönünde yardım etmelidir. Dahası, BDP’nin projelerine verilecek her desteğin bu ikinci koşulun gerçekleşmesine bağlanması da söz konusu olabilir. “Koşulsuz destek” esasen, skolastik (koşulları hiçe sayan) bir yaklaşımdı. Şimdi artık, desteğin ikinci seçeneğe, diğer bir değişke “komünist hipotezin” paradigmasına bağlanması gerekir. Eğer BDP liderliği birinci seçenek doğrultusunda evrimleşmeye başlarsa, sosyalist hareketin, Kürt emekçilerinin, işçilerinin, yoksullarının, yarı-feodal iktidar ve sömürü ilişkileri altında yaşayan köylülerinin çıkarlarının sözcüsü olmaya soyunmaktan başka çaresi kalmayacaktır.

***

Referandum’dan “hayır” çıkmaması, kimi “evet”çilerin, “hayır cephesi travma yaşıyor” yorumlarına yol açmış. Bu, yorumlar, bu tiplerin referandumun anlamını hiç kavrayamadıklarını gösteriyor. Bu zavallı yorumları okurken benim de aklıma, Constantin Kavafis’in Termopil Şiiri geldi.: Onur, yaşamda kendi Termopillerini tanıyan ve sonuna kadar, koruyanlara aittir… Ve onlar daha da büyük bir onuru hak ederler, Efialtes’in geleceğini, Medlerin sonunda kapıdan geçeceğini önceden biliyor olmalarına rağmen savaştan kaçmadıkları için…

Sosyalist hareket bu referandum sürecinde, hiçbir boş umuda kapılmadan, sonrasını da düşünerek mücadele etti… Ve tabii ki saflarda kendine bir yer bulamayan Efialtes’in, Kserkes’in hediyelerinden gözü kamaşarak, MED’lere geçidin gizli yolunu gösterme çabalarını ibretle ve nefretle izleyerek...