Mısır devrimi devam ederken

Geçen hafta sonunda Mısır’da devrim tıkanmaya, rejim kendine yeni manevra alanları açmaya başlamış gibi görünüyordu. Ancak tam da devrim denen “olay”ın doğasına uygun olarak, iki gün içinde bu görüntü de değişti.

Yeni bir hamle olasılığı
Mısır devriminin yeni bir hamle yapmak üzere olduğunu düşündüren gelişmelerin başında, Çarşamba günü gelen haberlere göre, işçi sınıfının devrime tek tek işçi bireyler değil sınıf olarak katılmaya başlamış olması geliyordu. Bence bu, 12 gündür rejimin elinde tutuklu olan Google müdürü Wahel Gonim’in serbest bırakılmasıyla birlikte meydandaki gösterilerin yeni bir enerji kazanmasından, Müslüman Kardeşler örgütünün rejimle pazarlığa oturarak, Selim Yalçıner’in Çarşamba günü yazısında işaret ettiği gibi Tahrir meydanının iradesine ters düşmüş, uzlaşma eğilimiyle, Süleyman’la aynı yapıya ait olduğunu sergilemiş olmasından bile daha önemli bir gelişmeydi.

Los Angeles Times gazetesinin aktardığına göre, güçlü bir işçi mücadelesi geleneğine sahip El Mahalla el Kubra bölgesinde 25,000 işçi çalıştıran Mısır Dokuma Fabrikaları Kombinası'nda 1500 işçi rejimin gündeme getirdiği ücret artışlarına karşın, Tahrir Meydanı'ndakilere destek vermek için iş bırakmışlar. Üç bin Süveyş Kanalı işçisinin greve çıktığı, devlet telefon işletmelerinden yüzlerce işçinin Kahire’de daha yüksek ücret talebiyle gösteriler düzenlediği, Nil Deltası üzerindeki bir ilaç fabrikasında 2000, Süveyş’te 1,300 çelik işçisinin greve çıktığı, Fransız çimento devlerinden Lafarge’ın fabrikasının da grevlerden etkilendiği gelen haberler arasındaydı. El Cezire’ye göre greve çıkan işçilerin sayısı Çarşamba günü 20,000’e ulaşmıştı.

İşçilerin devrime tek tek değil de büyük bloklar halinde katılması, sınıfın kendini eylemde görerek devrimci bir bilinç ve ardından da ortak bir devrimci irade geliştirme şansını yakalaması açısından büyük bir öneme sahiptir. Böylece tanımsız kalabalıklar, salt “çokluk” olmaktan çıkarak tanımlanabilir bir kümeye dönüşebilir, katılımcıların sayısının matematik toplamını aşan ve bir yöne doğru yöneldiğinde yapıyı değiştirebilecek bir güç sergilemeye başlayabilir.

Bu bağlamda şimdi Mısır devriminin, yine yeni bir döneme girdiği söylenebilir. Ama devrimin bu yeni döneme başlangıçtaki zaaflarıyla birlikte girdiğini de unutmamak gerekiyor.

Örgüt, program, liderlik vb...
Bu yeni dönemde Devrimin önemli zaaflarının başında Gramsci’nin deyimiyle bir “Modern Prens”in yokluğu geliyor. Diğer bir deyişle, devrimin taleplerini katılanlara anlatacak, enerjisini kristalize ederek rejim karşısında olası iktidar noktalarını inşa edecek, bunların rejimle temasını yönetecek bir partinin, cephenin, en azından belirgin bir kampanya örgütünün yokluğu bu ne kadar süreceğini bilemediğimiz yeni dönemde de devrimin en büyük eksikliğini oluşturmaya devam ediyor.

Bu, ne kadar akıllı, özverili ve popüler olursa olsun bir Google müdürünün, ya da Müslüman Kardeşler gibi, bedeninin büyük bölümü yapıya ait oluşumları içeren komitelerin giderebileceği bir eksiklik değil.

Aslında ben hemen hepimizin bildiği bu gerçeklerin ötesine geçerek bir başka soru üzerinde düşünmeyi denemek istiyorum. Evet örgüt, liderlik, program vb sorunları var. Var da bunlar neden var? Bu sorunların Mısır’da ve başka yerlerde yıllardır olduğunu biliyoruz ve durmadan tekrarlıyoruz, ama sorunları ortadan kaldıracak çözümleri üretemiyoruz. Sakın sorun bizde, soruna yaklaşım tarzımızda, ilgi nesnemizi tanımlama biçimimizde olmasın?

Ben bu soruya, kendi başıma, tatmin edici bir cevap üretebileceğime inanmıyorum. Ama yine de olası bir cevaplar dizisine gidebilecek yolu düşünmeye yardımcı olacak noktalar üzerinde çalışmayı deneyebileceğimi sanıyorum.

‘Dönemlere bölme’ (periodization) sorunu
Kapitalist üretim tarzının tarihine bakınca düz çizgisel bir süreç değil, birbirini izleyen göreli istikrar dönemlerinin ardından gelen kriz dönemlerinden geçerek ilerleyen bir süreç görüyoruz.

Bir dönemden öbürüne geçerken kapitalizm kriz sırasında kendini yenileyerek yeni yapısal özellikler kazanıyor. Bu olguyu maddenin hareket yasaları bağlamında, şöyle de ifade edebiliriz: Kapitalizmin kriz dönemlerinde merkezi ilişkisi (onu özgün bir üretim tarzı olarak tanımlamamıza olanak veren özelliği) istikrarını kaybeder, çözülme riskiyle karşı karşıya kalır. Bu merkezi ilişkinin, Marks’ın Kapital’in ikinci cildinde (Penguin, 1978 baskısı sf 120) vurguladığı gibi, doğrudan üreticilerle, üretim araçlarının bir araya gelme biçiminin (artık değer üretimine olanak sağlayan, metalaşmış canlı emek – ölü, birikmiş emek olarak sermaye ilişkisinin) korunabilmesi, yeniden üretiminin sağlama alınabilmesi için kurumsal, teknolojik, coğrafi, hatta siyasi ve kültürel bileşenlerinin yeniden örgütlenmesi gerekir.

Bu özelliğinden dolayı kapitalizm krizlerinden değişerek çıkar. Bu değişimleri ekonomik özelliklerine vurgu yaparak tanımlamak, teorize etmek istersek, David Harvey’in kapitalizmin zamanı ve mekanı düzenleme özellikleri üzerine yazdıklarına bakabiliriz, ya da Fransız Düzenleme Okulu'nun Sermaye Birikim Rejimleri ve Düzenleme Sistemleri kuramından yararlanabiliriz. Bu kuram, kapitalizmin bir kriz-istikrar döneminden öbürüne, özellikle emek sürecinin, buna bağlı olarak işçi sınıfının yapılanmasının geçirdiği dönüşümleri izleyebilmek açısından bize önemli araçlar sunar.

Bir başka deyişle, bu kuramdan yararlanarak işçi sınıfının bir dönemden öbürüne yaşadığı sınıf şekillenmelerinin özelliklerini kavrayabiliriz. Bunun sosyalistlere çalışma tarzlarını, yöntemini, mekânını ve öncelikle seçilecek hedef kitlesini belirlemeleri açısından çok önemli sonuçlar yaratacak bilgilere ulaşılması anlamına geleceğini düşünüyorum.

Diğer taraftan, işçi sınıfının sınıf şekillenmesinin, emek süreci, üretim ve tüketim coğrafyası, işgücünün yeniden üretim koşulları bu koşulları destekleyen kültürel biçimler açısından geçirdiği dönüşümleri göz önüne almadan çalışmak, en iyi koşullarda havanda su dövmeye, tarihin hızlanmaya başladığı, siyasi istikrarsızlık, hatta devrim dönemlerinde de vahim sonuçlar yaratacak hatalara yol açabilecektir diye düşünüyorum.

Kısacası artık geride kalmış bir dönemin tarzıyla çalışmakta ısrar etmenin faturası karşımıza, başarısızlık, olayların ve tarihin gerisinde kalmak olarak çıkacaktır. Böyle bir geride kalma durumlarının ise çoğu zaman insanların yaşamları açısından çok ağır sonuçları olabilmektedir.

Mısır Devrimi’nin eksikliklerini sayarken sorduğum soruya dönersem, cevabın bir kısmının yukarda tartıştığım olguya, buradan gelen iktidarsızlığın da geçmişin ölümcül hatalarının tekrarlanmasında yattığını söyleyebilirim sanıyorum.

Mısır devriminde sosyalistler neden etkin değil?
Mısır da, birçok emperyalizme bağımlı ülke gibi, 1980’lerden başlayarak uluslararası sermayenin kriz yönetim (yeni sömürü, talan alanları açma, bu alanları yeniden düzenleme) stratejilerine (neo-liberalizme) açıldı. Devlet bağımsızlık döneminin mutabakatlarını terk ederek, toplumsal sorumluluklarından vazgeçmeye başladı. Bu işçi sınıfının yaşamı açısından, hem üretim coğrafyalarında (özelleştirme, işten çıkartmalar, yeni emek disiplini yöntemleri) ve yaşam alanlarında (sosyal haklar, kamu hizmetleri, işsizlik ve yoksullaşmaya bağlı toplumsal kültürel çürüme) giderek artan oranda yaşanan bir yıkım süreci anlamına geliyordu.

Bir başka biçimde söyleyecek olursak, devlet “sivil toplum” denen alandaki sorumluklarını terk ederken, devletle aile ve birey arasındaki alanda bir boşluk oluşmaya başladı. Sosyalistler büyük çoğunluğu bu koşullara uyum sağlamak bir yana, uluslararası sermayenin bu coğrafyalardaki yıkımı, sosyalistlerden çaldığı otorite karşıtı (aslında kendisine direnen sömürge sonrası dönemin toplumsal uzlaşmasının devletine ve kurumlarına karşı), dönüşüm iddialı söylemlerine katılarak ortak oldular. Böylece ne sermayenin saldırısına direnebildiler ne de var olan yapılarını koruyabildiler.

Bu sırada, bir başka siyasi hareket, Siyasal İslam (Müslüman Kardeşler), devletle birey/aile arasındaki toplumsal alana, yaşamın günlük sorunlarına moleküler düzeyde çözümler, yıkımın getirdiği acılara ideolojik ağrı kesiciler sunarak giriyor insanların kalbinde ve toplumsal dokuda mevziler kazanıyordu. Buralarda, Gramsci’nin ünlü deyimini ödünç alırsak tam anlamıyla bir “pasif devrim” yaşanıyordu.

Siyasal İslam yaşam alanlarını ele geçirdikçe, sosyalistlerin zaten savunmakta büyük zorluk çektikleri sendikal hareket, kitlesel merkeziyetçi parti gibi kurumların toplumsal, sınıfsal zemininin çöküşü de hızlandı.

Sosyalistler, yeni teknolojilerin ülkeye girmesine paralel olarak oluşmaya başlayan yeni sınıf şekillenmelerine uyum sağlamayı başarabilmiş, bu kesimler içinde bir etki kurabilmiş olsalardı yukardaki çöküşü bir ölçüde telafi edecek toplumsal bir etki alanı yaratabilirlerdi. Ancak proletaryayı hâlâ yalnızca sanayi ve tarım işçilerinden ibaret bir toplumsal yapılanma olarak düşünen sosyalistler, işçi sınıfı içinde gelişmeye başlayan bu yeni eğilimleri, post modern sofistlerin her fırsatta 'Marks yanıldı' diyebilmek için ürettikleri “yeni orta sınıf” fantezilerinden de etkilenerek, görmezden geldiler ve yine önemli bir fırsatı kaçırmış oldular.

Son olarak, kaçan fırsatların derinleştirdiği iktidarsızlık duygusu, sosyalistleri, kaçırdıkları kitlelere yeniden yakınlaşma adına Siyasal İslam’la yakınlaşmaya itti. Bu yakınlaşma da bu kez çözülmeyi kadro düzeyinde hızlandırdı. Bu süreç, sosyalist hareketin büyük ölçüde Siyasal İslam içinde erimesiyle sonuçlandı

Mısır devriminin eksiklerinin (önderlik, parti, program vb...) arkasında genel olarak böyle bir süreç yatıyor. Ancak giriş paragrafında da işaret etiğim gibi, devrim sürekli değişen, asla çizgisel bir yol izlemeyen, dinamik (hatta kaotik) özellikler sergiler. Bu nedenle, işçi sınıfının katılımıyla devrimin de yeni bir yola girmeye başlaması, sosyalistlerin de devrimin eksiklerini gidermek için bir fırsat yakalaması söz konusu olabilir. Devrim devam ettikçe yeni olasılıklar gündeme gelmeye devam eder...