Latin Amerika deneyimi üzerine notlar

Üç Latin Amerika ülkesinde, Venezuela, Bolivya ve Ekvator’da emperyalizmin ve egemen kapitalizmin tepkisini, başka ülkelerdeki komünistlerin ilgisini çeken bir ekonomik toplumsal deneyim yaşanıyor.

Venezuela’da Chavez, Bolivya’da Morales, Ekvator’da Correa, hem egemen liberal demokratik ve neo-liberal ekonomik modelden, hem de geçmişin, “sosyal demokrat”, SSCB (“sosyalist,” “Gerçekten var olan sosyalizm”, “devlet sosyalizmi”, “devlet kapitalizmi” vb...), klasik “halkçı” modellerden farklı bir yol izlediklerini söylüyorlar. Dahası bu üç lider birbirinden oldukça farklı, karmaşık koşullara sahip ülkelerde çalışmakla birlikte ortak deneyimlerini ülke içinde kapitalizm karşıtı, ülke dışında ulusalcı bir söylemle, “21. Yüzyılın Sosyalizmi”, “Latin Amerika koşullarına uygun sosyalizm” gibi kavramlarla tanımlıyorlar.

SSCB ve Troçkizm geleneklerinden gelen komünistler, hem bu tanımlamaları, hem de bu liderlerin ülkelerindeki uygulamalarını, işçi sınıfının merkezi konumunu, örgütlü bir işçi sınıfı partisinin önderlik işlevini görmezden gelmekle, en azından azımsamakla, kapitalist sınıflara ve uluslararası sermayeye çok fazla taviz vermekle eleştiriyorlar. Bu komünistlere göre, halk sınıflarının bu kadar güçlü ve uzun süreli desteğine sahip ve kendini sosyalist olarak tanımlayan bir yönetimin, kapitalist mülkiyeti, kapitalist üretim ilişkilerini tasfiye etme yönünde daha hızlı davranması gerekiyor.

Tüm bu gözlemler, Latin Amerika’da komünistler açısından ilginç, üzerinde durmaya değer, mümkün olduğunca yararlanmaya çalışılması gereken bir toplumsal sürecin yaşanmakta olduğunu gösteriyor.

Bu bağlamda, Venezuela’nın Universidad de Orient üniversitesitesinde 1977’den bu yana çalışmalarını sürdüren Prof. Steve Ellner’in Latin American Perpective, Cilt 28, Sayı 1, Ocak 2012 (sf 96-114)[1]’de yayımlanan “Latin Amerika’nın Yeni Sol’unun iktidarlarının ayırt edici özellikleri – Hugo Chavez, Evo Morales ve Rafael Corea Hükümetleri” başlıklı çalışması çok yararlı bir katkı oluşturuyor.

Ben aşağıda bu çalışmayı, eleştirilerimi bu aşamada gündeme getirmeden, elimden geldiğince Ellner’in metnine sadık kalarak, ama doğrudan alıntı yapmadan, kısaca özetlemeye çalışacağım. Kısacası okuyacaklarınız benim görüşlerim olmayacak. Size, çalışmanın tamamını, eleştirel bir gözle okumanızı öneriyorum.

Yukarda adı geçen hükümetlerin üçü de iktidara genel seçimlerde oyların çoğunluğunu alarak, mecliste mutlak çoğunluğu elde ederek geldiler. Bu hükümetler amaçladıkları uzun erimli dönüşümleri meclislerindeki çoğunluğu kullanarak “demokratik yollardan” gerçekleştirmeye çalışıyorlar.

Bu yönetimlerin, ekonomik verimlilik ilkesinden daha çok en geniş kitlelerin esas olarak, halk sınıflarının toplumsal ekonomik siyasi süreçlere katılımına öncelik verdiği görülüyor. Siyasi alanda da “radikal demokrasi” olarak adlandırdıkları bir modeli, liberal demokrasinin karşısına koyuyor onun yerine geçirmeye çalışıyorlar. Küba’yla çok yakın, dostça ilişkiler içinde olmalarına karşın, bu ülkelerin, Küba modelini örnek almaya çalışmadıkları görülüyor.

“Radikal Demokrasi Modeli”
Bu üç hükümetin deneyimine bakınca, tarihteki sosyalizm deneylerinden farklı olarak, sık sık gerçekleştirilen genel seçimler, partilerde seçimlerden önce aday adayı seçimleri, erken seçimler ve ulusal referandumlar yoluyla iktidarda kalmakta olduklarını görüyoruz. Bu genel seçimler ve referandumlarda, sık sık yapılmalarına karşın katılma oranları olağanüstü yüksek düzeylerde, yüzde 65-88 arasında gerçekleşiyor.

Bu demokrasi modeli, iktidara son derecede düşman bir muhalefetin, özgür basının var olmasına izin veriyor, muhalefet üzerinde şiddet uygulamıyor. Bu bağlamda geçmişteki “sosyalist” yönetimlerden farklı olarak bu ülkelerde çok keskin, canlı bir siyasi partiler arası rekabet ortamı gözleniyor. Bu “radikal demokrasi”de mecliste yüzde 51 çoğunluğu oluşturan grup (Chavez, Morales, Correa blokları) istedikleri kararları, muhalefetle bir mutabakat aramaya çalışmadan, hatta danışmadan, onlardan bir katkı beklemeden çıkartıyorlar. Bu “radikal demokrasi”, liberal demokratik gelenekten değil Jean Jacques Rousseau geleneğinden etkileniyor, yoksulların köylülerin, etnik grupların toplumsal süreçlere doğrudan katılımına dayanmaya çalışıyor.

Yaygın bir kitlesel hareketlilik, katılım, destek bu “radikal demokrasi”nin ayırt edici özelliği olarak öne çıkıyor. Bu “radikal demokrasi”de, güçlü karizmatik liderliklerin egemenliğine karşılık, siyasi parti yapılanmalarının zayıf olduğu görülüyor. Bolivya Başkan Yardımcısı Alvaro Garcia Linera’nın deyimiyle, Lenin’in öncü parti modeli yerine daha esnek ve akışkan bir parti modeli tercih ediliyor. Bu “demokrasi”de güçlü bir yürütme mekanizmasına dayanılıyor, güçler ayrılığı, toplumsal mutabakat, denetimler ve dengelemeler gibi liberal demokrasinin bileşenlerine çok fazla önem verilmiyor. Buna karşın, halkın yerel örgütlenmelerinin, meclislerinin oluşması teşvik ediliyor, bu örgütler siyasi ve mali olarak destekleniyor. Bu “radikal demokrasi”, bu destekler için gerekli mali kaynakları, kamu işletmelerinin gelirlerinden sağlamaya, her fırsatta ülkenin doğal kaynaklarını kamulaştırmaya, çok uluslu şirketlerin denetiminden çıkartmaya çalışıyor.

Radikalleşme süreci
Chaves, Morales ve Correa’nın seçilme ve hükümet kurma süreçlerine bakınca, geleneksel sosyalist partilerinkinden farklı bir tarz dikkat çekiyor. Geleneksel sosyalist partiler hemen her zaman seçimlere radikal bir programla giriyor, iktidara geldikten sonra bu programı sulandırmaya başlıyorlardı.

Chavez, Morales ve Correa’nın deneyimine bakınca, bu liderlerin ilk kez seçimlere giderken, uzun dönemli, radikal reformlara ilişkin bir söylemi arka plana çektikleri, daha ılımlı, güncel sorunlara vurgu yapan bir kampanya sürdürdükleri görülüyor. Andığımız liderlerin en temel projeleri yeni bir anayasa yapmak için kurucu meclis toplamaktı. Her üç başkanın da iktidara geldikten sonra, sürekli bir radikalleşme sürecine girdikleri, bir taraftan sistemle uzlaşırken, pazarlık yaparken, mücadele ederken, öbür taraftan, kamulaştırma, doğrudan katılım, alt sınıflara kaynak aktarımı gibi kendi ekonomik reformlarını uygulamaya giriştikleri / çalıştıkları görülüyor. Bu çabalar ve uygulamalar toplumsal desteklerini arttırdıkça halk içindeki tabanları ve halkın örgütlenme düzeyinin yükseldikçe reformları da genişletmeye çalışıyorlar. Bu yüzden her üç lider de geniş tabanlı, çok çeşitli tabakaları ve etnik grupları içeren hareketler inşa etmeye çalışıyor, hareket içinde birliğin korunmasına, dikey olduğu kadar yatay karar mekanizmalarının güçlendirilmesine önem veriyorlar.

Dış ilişkiler
Söz konusu üç Latin Amerika hükümetinin dış politikada, esas olarak Amerikan hegemonyasını hedef alan “çok kutupluluk” ilkesini savunduğu görülüyor. Bu açıdan bu üç liderin dış politikaları, 20. Yüzyıl’ın sosyalist hükümetlerinin dış politika uygulamalarınabazı alanlarda benziyor bazı alanlarda onlarla çelişiyor. Bu bağlamda bu üç liderin dünya dengelerine yaklaşımı, Tito, Nehru, Nasır, Nkrumah gibi liderlerin 1960’ların başındaki “bağlantısızlar” hareketini andırıyor.

Venezuela, Bolivya ve Ekvator esas olarak iki boyutlu bir dış politika izlemeye çalışıyor. Bir taraftan “Latin Amerika’mızın Halklarının Bolivarcı Birliği” adlı örgüt (ALBA) yoluyla kendi aralarında daha yakın bir birlik oluşturmaya çalışırken, tüm kıta çapında daha geniş bir işbirliğini inşa etmeye çalışıyorlar. Bu üç ülke kendilerini anti-kapitalist olarak tanımlıyor, zaman zaman ABD’ye karşıt tutumlarda birleşiyorlar, diğer taraftan, Brezilya, Arjantin, Uruguay ve Paraguay gibi daha ılımlı hükümetlerle de birlikte davranmaya çalışıyorlar. Bu bağlamda 12 Latin Amerika ülkesi arasında kurulan UNASUR örgütünün imzaladığı Moneda Deklarasyonu, 2008 yılında Morales Hükümetini devirmeye yönelik planlar üzerinde caydırıcı bir etki yapıyor, böylece bu ülkelere dış müdahaleyi, darbe olasılıklarını zayıflattığı görülüyor.

Aynı zamanda bu üç ülke, uluslararası ilişkilerde dünya ekonomisiyle bağlarını kopartmıyor, dış borçlarını düzenli ödüyor, ABD ve diğer Batı ülkeleriyle dış ticaretlerini geliştirmeye devam ediyorlar.

Söylem ve siyasi vizyon
Bu üç lider, kapitalizme karşı, 2005’den bu yana, “21. Yüzyıl için sosyalizm” kavramı içinde kapsanabilecek bir alternatifi desteklemeyi benimsediklerini ilan etmişler. Batıda konvansiyonel akıl sosyalizmin öldüğünü iddia ederken, Morales, Chavez, Correa, Latin Amerika’nın somut gerçekliğine uyumlu bir sosyalizm geliştirmeyi amaçladıklarını söylüyorlar.

Ancak bu ülkelerde, siyasi süreç, hala kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olmaya devam ettiği bir burjuva demokratik toplumun parametreleri içinde gelişiyor. Bu ülkelerde devlet işlemelerinin yanında, canlı bir özel sektör, bazı kritik sektörlerde de olmak üzere varlığını sürdürüyor. Bu üç ülkenin ekonomilerinin büyük ölçüde, madenlerin, minerallerin ve petrol-gaz ihracatına dayandığı, ABD piyasasına bağımlı olmaya devam ettikleri görülüyor. Aynı şekilde, kültürel yaşamın radikal siyasi değişikliklere ayak uydurmadığı, örneğin Venezeula’da hala esas olarak gösterişçi bir tüketim alışkanlığının, bireyciliğin ve özel mülkiyete önem veren bir kültürün egemen olduğu görülüyor.

21. Yüzyıl Sosyalizmi, geçmişteki sosyalist stratejilerin, deneylerin, başarısızlıkların yeniden değerlendirilmesine dayanıyor. Bu değerlendirme sonunda ortaya çıkan yeni perspektif, “öncü parti” anlayışını, Latin Amerika gerçekliğine uymayan bir teorinin dogmatik uygulamalarını reddediyor. Bu yeni perspektif, işçi sınıfına belirleyici rol atfetmenin, toplumun büyük kesimini, özellikle kent yoksullarını, enformel sektörü, dini cemaatleri, Afrika kökenlileri ve kadınları kapsamayı engellediğini savunuyor.

Bu yaklaşıma göre işçi sınıfına öncülük atfeden yaklaşımın reddedilmesi, değişimden yana olan başka gruplarla birlikte çalışmaya olanak veren bir siyasi alan açmış.

Bolivya’da bu yaklaşımın merkezi öğesi, Başkan Yardımcısı Garcia’ya göre “toplumsal hareketlerin plep özellikte bir toplumda kendilerini ifade etmesi projesiymiş”.

Correa’ya göre, 21. Yüzyıl Sosyalizmine ateistler kadar Katolikler de katılabilirmiş. Çünkü, diyor Carrea “ben Katolik’im. Sosyalizm benim inancımla çelişmiyor aksine toplumsal adalet arayışımı güçlendiriyor”. Bireye vurgu yapan kapitalizmin aksine, 21. Yüzyıl Sosyalizmi, toplumsal refahı, dayanışmayı ve kardeşliği teşvik eden güçlü bir etik bileşen içeriyormuş.

Bu üç ülkenin liderlerinin savunduğu 21. Yüzyıl sosyalizmi, tarihten, Latin Amerika’nın siyasi kültürel deneyimlerinden esinleniyor. 20. Yüzyılın radikal halkçı hareketlerinde olduğu gibi, bu 21. Yüzyıl Sosyalizmi de tarihsel simgelerde kişileştirilen halk iradesini yüceltiyor. Örneğin Chavezciler 19. Yüzyıl ve 20. Yüzyıl başındaki askeri liderlerin (Codillo) çelişkilerini görmezden gelerek ulusalcı davranışlarını vurgulamayı tercih ediyorlar.

Bu bağlamda bu üç ülkede liderler, çok eskiden beri benimsenen varsayımları, kültürün, tarihin, ırk ve cinsiyetin önceki temsil edilme biçimlerini hedef alan yeni bir ulus kimliği söylemi yaratmaya başlamışlar. Bu yeni söylem içinde de geçmişteki ulusal bağımsızlık mücadeleleri, bunlar içinde yerel etnik toplulukların, kadın liderlerin rollerinin özellikle vurgulandığı görülüyor.

Sosyoekonomik boyut
21. Yüzyıl Sosyalizmi teorisyenlerinin “Ortodoks Marksizm” olarak tanımladıkları yaklaşıma güçlü bir biçimde karşı oldukları görülüyor. Bunlar Ortodoks Marksizm’in, diğer işçileri, (enformel sektördekileri de olmak üzere), üretken olmayan işçileri, hatta lumpen proletaryayı önemsizleştiren bir “proletarya kültünü” kesin bir biçimde reddediyorlarmış.

Bu bağlamda, bu üç ülkenin hükümetlerinin, marjinal ya da yarı marjinal sektörlerde çalışanları karar süreçlerinde, ulusun kültürel yaşamında daha çok kapsamaya özellikle önem verdikleri, Chavez’in yerel topluluk meclislerine, işçi kooperatiflerine, daha önce kapsanmayan halk kesimlerini içeren programlara bunlar ekonomik olarak verimli olmasa da büyük paralar transfer ettiği görülüyor.

[1] Bu çalışmaya şuradan da ulaşabilirsiniz: http://www.socialistproject.ca/bullet/589.php