1911-2011 Kadınların mücadelesi daha kolay değil

Dünya Emekçi Kadınlar gününün ilk kez uluslararası boyutta kutlanmasından bu yana 100 yıl geçti. İlk bakışta kadınların bir çok kazanımlarından, toplumda konumlarının yükseldiğini kanıtlayan örneklerden söz edilebilir. Ama daha dikkatli bir bakış, kadına yönelik şiddet eylemlerinin devam ediyor olmasının yanı sıra, baskıların, özgürleşme süreçlerini sinsice sabote eden, çoğu zaman kendini cinsel özgürlük, kadını güçlendiren pratikler olarak sunan biçimlerle var olmaya devam ettiğini gösteriyor. Bu nedenlerle 100 yıl sonra kadının özgürlük mücadelesinin, dün oy verme hakkı, seçilme hakkı için yürüttüğü mücadelelerle kıyaslandığında bu gün daha elverişli olduğunu ileri sürmek kolay değil diye düşünüyorum.

Kadınların özgürlük mücadelesini sinsice sabote eden gelişmelere aşağıda kısaca değineceğim ama, önce çok kaygı verici iki doğrudan saldırı dalgasının altını çizmek istiyorum.

Bunlardan biri, kapitalizmin krizinin yeni bir döneme girmesiyle, hem toplumların içinde hem de gündeme gelen savaşlarla birlikte kadına yönelik hızlanan şiddet dalgası. İşsizliğin, işsizlik tehlikesinin basıncının artmasıyla, erkeğin egemenliğini savunmasına, kendi kendine anlatmasına olanak veren ekonomik zeminde kırılmaların hızlanmasına bağlı olarak toplumlarda, özellikle gençlik içinde umutsuzluk, nihilizm ve buradan kaynaklanan, yönelecek yer arayan şiddet eğilimleri yoğunlaştı. Bu eğilimler, buralarda kendine hemen bir pazar yaratmaya başlayan sermayenin etkileriyle daha da güçlenerek kadını hedef alan kültürel biçimleri (örneğin gangster filmleri, dizileri, müziği, estetiği, pornografi vb...) daha yoğun olarak üretmeye başladı.

Bu sırada artan kaynak rekabetine bağlı jeopolitik istikrarsızlıklar, iç savaş veya sömürge savaşları biçimini alan insani felaketler, bunlarla ilgili göçler kadınları hedef alan şiddeti daha da yoğunlaştırdı.

Bu doğrudan saldırıların ikinci türü, özgürlük söylemlerinin, mücadeleleri için son derecede büyük öneme sahip Aydınlanma Geleneği'nin hedef alınmasına paralel olarak gelişiyor. Aydınlanmanın mirasının zayıflamasına paralel olarak, ataerkil ideolojilerin dinci, dolayısıyla en köktenci, kadının durumunu ilahi iradeye bağlayarak mutlaklaştıran, kadına yönelik erkek şiddetini meşrulaştıran biçimlerinin güçlenerek geri gelmeye başladığını görüyoruz. Rusya Ortodoks Kilisesi'nin başının, kadınları örtünmeye zorlayan giysi kuralları getirmeye yönelik talepleri, kısa etekli yada dekolte giyen kadınların tecavüze uğramasını doğal karşılayan sözleri, İngiltere’de Muhafazakar Partiden parlamenter Aitken’in seks işçilerine, yada onların bulunduğu bölgelerde tek başına dolaşan kadınlara yönelik saldırı ve tecavüzleri adeta doğallaştıran yorumları, bu tür barbarca yaklaşımların salt Türkiye’deki kimi ilahiyat “ulemasıyla” sınırlı olmadığını gösteriyor.

Bu açıkça saldırgan tutumların yanı sıra kadınlar, hem genel oy hakkı için mücadele ettikleri yıllara, hem de feminist hareketin pratik ve teorik olarak en canlı yılları olan 70’lere göre bugün çok daha yaygın ve mücadele etmesi çok daha zor bir imajlar ve kodlamalar dünyasının yaygın saldırısı altında direnmeye çalışmak zorundalar.

Krizdeki kapitalizmin, Erving Goffman’ın “Ticari Gerçekçilik” olarak nitelediği ideolojisi reklamlarda, TV dizilerinde kadın erkek imajını ve cinsiyet rollerini tanımlayan kodları yeniden üretiyor. Bu yeniden üretim süreci, kadınları, ellerinden, boyunlarına, bacaklarından bedenlerinin duruşuna, kendilerine dokunma jestlerine kadar, dikkatle kurgulanmış imajlarda, edilgen, hayatın hızı karşısında nefes nefese, korunmasız, etrafına ilgisiz, hatta rüyada, belki de ölü, çevresine ve erkeğe bağımlı, çocuklaştırılmış, ama her zaman cinselleştirerek erkeğin kullanımına hazır bir beden, bir kukla, asla büyümeyen kız çocuğu olarak sunmaya devam ediyor (Sut Jhally: www.freespeech.org/video/codes-gender) . Böylece ataerkil kadın tanımı kapitalizm altında en son iletişim araçlarıyla ve kültürel yeniliklerle biteviye üretiliyor. Bu üretim, malların pazarlanmasında kullanılırken, bu malları tüketenlerin kimliklerinin tanımlanmasında rol oynayan özdeşleşme nesneleri aracılığıyla belirleyici olmaya başlıyor.

Bugün, krizdeki kapitalizmde, giderek daha da ağırlaşan ekonomik baskı ve sömürünün yanı sıra, kadına savaş açmış bir medya, kültür ve moda endüstrisiyle karşı karşıyayız. Kapitalizmin hazlara yönelik tüketimi körükleme taktikleri , cinsel çekiciliği başarının, gücün mutlu yaşamın ölçütü seviyesine yükseltirken, kadınları sürekli yaşlanmakla, cinsel çekiciliğini kaybetmekle korkutuyor, sürekli bedenlerine odaklanmaya zorlayarak, ulaşılmaz, hemen her zaman abartılıp beden parçalarına indirgenerek aslında canavarlaşmış ideallerin peşinden koşmaya zorlayarak mutsuz ve sosyalleşemeyen hayatlar yaşamaya mahkum ediyor.

Yaklaşık 12 yıl önce Germaine Greer, 1960’ların “Cinsel Devrim”inin nasıl ataerkil kültür tarafından çarpıtılarak teslim alındığından yakınıyordu. Greer’in, Whole Women başlıklı kitabı yayımlandığında (1999) “cinsel devrim”den yaklaşık 20 yıl sonra durum şöyleydi: Kapitalizm altında cinsel özgürlük fantezisi, erkeklerin işini kolaylaştıran, genç kızların üzerinde baskı kurmaya yarayan bir söylem üretmişti. Genç kızlar açlıktan ölme noktasında (anoreksiya), kendilerini kesme krizleri içinde yaşamaya çalışıyorlardı. Bir şeyler fena halde aksamıştı. Dahası, geçtiğimiz 30 yıl boyunca, feminist hareketin eleştirel bakışının, sorgulayan, öğretici söyleminin zayıflamış olmasının getirdiği boşlukta biz sosyalist erkekler de bu saldırılara kolaylıkla suç ortaklığı yapabiliyorduk.

Yüz yıl sonra mücadele yeniden yükseliyor
Ancak bu durum bakarak çok fazla kötümser olmayalım. Çünkü, ilk uluslararası düzeyde kutlanan Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nden 100 yıl sonra, kadın hareketinde yeni bir canlanmanın işaretlerini görmeye başlıyoruz. Kuzey Afrika’da patlak veren devrimci atılımlar, kadınları, üstelik de bu son derecede muhafazakar toplumlarda mücadelenin içine çekiyor kadınların erkeklerle yan yana, onlar tarafından küçük görülmeden, cinsiyet nesnelerine indirgenmeden, kalabalıklar içinde taciz edilme korkusu olmadan var olmanın nasıl bir şey olduğunu görmelerine, en azından bir süre, dalga geri çekilene kadar özgürlüğü tatmalarına olanak sağlıyor. Dalga ilerlemeye devam ettiği taktirde kadınları daha ileri özgürleşme hedefleri bekliyor. Bu devrimci atılımlarda kadınlar edilgen bireylerden aktif öznelere dönüşmeye başlıyorlar. Dahası bu özneler tüm dünyanın ilgili bakışları altında şekillenirken, başka coğrafyalardaki özneleşme süreçlerine de esin kaynağı, hatta örnek oluyorlar.

Mısır, Cezayir ve Tunus’ta bağımsızlık savaşlarında öne çıkan, ama sonra tekrar geriye itilen kadınlar, Kuzey Afrika’da yeniden tarih sahnesine çıkarken, İtalya’da yüzbinlerce kadın, Berlusconi’nin kimliğinde Latin “maşizmosuna” karşı “İtalya genelev değildir” sloganlarıyla meydanları dolduruyorlar. Türkiye’de bu yıl 8 Mart’ın bu kadar yoğun ve etkin bir biçimde kutlanmasının arkasında da, son yıllarda kadın hareketindeki başlayan belirgin bir canlanma yatıyor.

Yeni küresel muhalefet dalgası, kadın hareketindeki canlanmalara birlikte daha da güçlenerek yükseliyor. Bu yükseliş biz erkeklerin kapitalizmin geçmişten devralarak yeniden ürettiği cinsiyet kodlarından, egemen cins olmanın, özgür ve yaratıcı düşünce üzerindeki kısıtlayıcı etkilerinden kurtulmamızı kolaylaştıracak yeni olanakları da beraberinde getiriyor. Dünya Emekçi Kadınlar Günü bu yıl hepimize yeni umutlar ve olasılıklar getiriyor.