Yancı

Bir arkadaşım anlatmıştı, ben de kısaca size aktarayım ki, bu başlığın nereden çıktığı anlaşılsın:

Olay bir sahil kasabasında geçiyor, nihayete ermekte olan bu yaz mevsiminde vuku bulmuş bir sahne. Bahsettiğim arkadaşım e-postalarını kontrol etmek üzere bir internet kafeye gidiyor bu sahil kasabasında Marmaris mi, Datça mı, şimdi tam hatırlamıyorum, zaten neresi olduğu da çok önemli değil… Bilgisayarın başına oturmuş işine bakarken, hemen sağındaki bilgisayarın başında oturan kişi dikkatini çekiyor. Vatandaş, kulağında mikrofonlu bir kulaklık, gürültülü bir şekilde makara yapmakta. Bizimki işine dönüyor, aradan bir süre geçiyor ve bu defa biraz da öfkeli gözü tekrar o vatandaşa ilişiyor vatandaş epeyce gürültücü zira. Bu gürültünün anlamını çözmek için vatandaşın ne yaptığını anlamak üzere biraz gözlüyor ve fark ediyor ki, söz konusu gürültücü vatandaş hiçbir şey yapmıyor. Gözü önündeki ekranda ama ne klavyeye, ne fareye temas var!

Bizim arkadaş bu defa gözünü vatandaşın başında oturduğu ekrana çeviriyor, ekranda bir okey masası, sanal cinsinden bir okey oyunu dönüyor. O anda bizimki dehşet içinde fark ediyor: Yanındaki vatandaş, meğer sanal alemde okey oynayan bir dörtlüye, yine sanal alemde “yancılık” yapmaktaymış! Oyunu oynayanların ıstakalarını izliyor, atılan taşlarla ilgili olarak oyunculara sataşıp, dalga geçiyormuş meğer!

Bilmeyen var mıdır bilmem, ama özetlemek gerekirse, bir kahvehanede masada oynanan oyunun (okey, yanık, pişti, üç-beş-sekiz, her ne ise) oyuncularının “yanında” masa etrafında kümelenen, zaman zaman çay, tost, ayran, gazoz, masadan geçinip giden izleyicilere takılmış bir ad “yancı”.

Yancılık müessesesi pek yeni değil memleketimizde.

İşsizliğin (açığının da, gizlisinin de) bu kadar yaygın olduğu bir ülkede başka türlüsü de pek mümkün değil belki!

Bu anekdotu aktardığım bir mecliste, sanal yancılık şokunu üstümüzden attıktan sonra, kendimizi biraz zorladık: Yancılıkta olumlanabilecek bir şeyler aradık… Öyle ya, o yancılar ki, ortamın elektriklenmesine, neşelenmesine, mücadelenin kızışmasına katkı sağlıyor olamazlar mı? Bu tür bir görevi ifa eden bir yancı, oyuncular açısından bulunmaz bir nimettir. Yancının tarafından baktığımızda da artılar hanesine yazılabilecek şeyler var: Bir tür toplumsal görev ifa ettiği duygusuyla, ortamın neşe ve heyecan kaynağı bir insan olabilmek, tatmin edebilir yancımızı…

Çay, tost filan şeklinde günlük istihkakını da oyunu kaybedene yıktı mı, değmeyin keyfine.

Buraya kadar “eyvallah”.

Düzeyine, zaman israfına, kültürel çürümeye filan hiç girmeden, bir ‘oyun’ oynanırken böyle bir tipolojinin varlığında bir asalak görmek yerine -kendimizi fazlaca zorlayarak- olumlu bir karakter kurduk diyelim…

Bu olumluluğun, yani yancıya tahammülün bile bir sınırı vardır ama. Oyunu anlamak, öğrenmek isteyen, biraz sonra oyuna katılmayı bekleyen yancı tamam, ama bir de zevzeklikten mutlu yancı vardır ki, evlerden uzak!

Çok fazla tantana yapan, varlığını oyuna değil de, oyunu kendi varlığına endeksleyen yancı bir şekilde susturulur, yazılı olmayan kurallar çerçevesinde yancılık normlarına uygun davranmaya davet edilir. Genelde ya oyunu bile ciddiyetle oynayan ya da oyundaki durumu pek parlak olmayan bir oyuncu en sert tepkiyi gösterir, mutlaka tanık olmuşsunuzdur.

Yancı da nihayetinde çekilir kendi alanına… Diğer yancılarla birleşip kendine bir oyun da kurmaz, birazdan tekrar coşmak üzere azıcık suskunlaşır.

Bu genel manzara, bir kahvehanede ortamı içinde makul karşılanabilecek öğeler barındırıyor. Girişteki anekdotta aktardığım “yancılığın sanallaşması” ise memleketin halini göstermesi açısından ilginç ve aslında acı verici… Bir kahvehane oyununun sıcaklığını(!) bile mumla aratacak bir kültürel dekadansı yaşamaya başladığımızın göstergesi.

Kahvehane için makul karşılanabilecek yancılık müessesesi, bir alanda daha işliyor memleketimizde: Siyaset alanında, özellikle de sol siyaset alanında…

Teşbihte hata olmaz sözüne sığınıp laf ola beri gele konuşmamak / yazmamak lazım elbette. Sol siyaseti “oyun”a benzettiğim filan anlaşılmasın sakın!

Ancak siyasal mücadele yancıları için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Sanırım pek de azımsanmayacak sayıdaki bu yancılar, siyaseti, sosyalizm mücadelesini gerçekten bir oyuna benzetiyor olmalılar ki, kahvehanedeki yancılık kültürünün bir benzerini siyasal alana taşıyorlar.

“O taş atılır mı be oğlum!”

“Mektupçu seni!”

“Ulan elinde okey var, bitilir mi şimdi, dönsene!”

“İstasyon musun kardeşim, amma beklettin!”

“Koz o olur mu be, ne yaptın, saymasını da mı bilmiyorsun?”

Bu yancılık kültürünün siyasal alana tercümesi konusunda sevgili Kaan Arslanoğlu dünkü soL’da “Sol İçi Diyaloglar” yazısında kimi hoş örnekler verdiği için, yazıyı uzatıp örneklemeye çalışmayacağım, okumayan dostlarımıza tavsiye ederim.

Ancak şunları sormak zorunda hissediyorum kendimi:

Siyasal mücadeleye katılmak varken, neden yancılık?

Siyasal mücadeleye gerçekten değer veriliyorsa, kim ne dedi, ne yaptı, takip ediliyorsa, onca zaman ayrılıyorsa bu mesaiye, daha garantili, daha risksiz, daha tasasız, yaş tahtaya basma ihtimali neredeyse sıfırlanmış bir zeminde var olmanın anlamı ne?

“Ne biçim geçirdim”cilik oynamak yetmez mi?

“Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez!” sloganından heyecan duyup, örgütlü mücadeleyle araya bu kadar uzak ve soğuk mesafeler koymak neden? Yan yana gelmek, bir arada durmakla alınabilecek yol bu kadar açık ve barizken, siyasal mücadele alanındakilere uzaktan bunca salvo atışı yapmanın manası ne?

Öğrenmek, donanmak için mi bekleniyor ısınma hareketleri mi yapılıyor?

Mücadeleye girmeden öğrenilemez ki!

Hele de güçlenememenin, toplumsallaşamamanın, örgütlenememenin bedelini her geçen gün gözlerimizle görüp, ellerimizle tutar hale gelmişken yenilmenin bedelinin, çay, tost, ayran filan ısmarlanması değil, memleketin, insanlığın elden gitmesi anlamına geleceği bu kadar kendini hissettirirken…

Derdim kimseye örgütlülüğün anlamını, zaruretini anlatıp ders vermek filan değil, haddim de değil…

Girişte aktardığım anekdot asıl derdim.

Yancılığın bile giderek sanal alemde acınası bir kendini tatmine sıkıştırıldığı bir dönemde, onca yaratıcı aklın, yaratıcı emeğin ve enerjinin, mücadelenin sıcaklığından ve geliştirici sorumluluğundan mahrum, kendi kendini tüketmesi ihtimali…

Yancılık, hele de sanal olanı, pek acı, pek hazin.

Ama hiçbir şey sosyalizm mücadelesi yancılığı kadar hazin değil.

--------------------------------------------
Not: Konu hazinlikten açılmışken, kendilerinden zaman zaman kimi solcuların da medet umduğu iki nadide burjuva aydınına değinmeden geçmemek lazım: Biri UNESCO’ya Genel Direktör olması konuşulan Zülfü Livaneli, diğeri Perşembe günkü köşesini bu konuya ayıran “duayen gazeteci” Güneri Civaoğlu… Civaoğlu, Türkiye’nin Livaneli yerine Mısırlı adayı desteklemesine çok içerlemiş. Demiş ki, küresel kültürün doruğuna çıkması gereken isim Livaneli’ydi…

Sonra o doruk her neredeyse ve neresiyse, oradan bir laf etmiş:

“(…) hiç hesapta olmayan bir isim aradan sıyrılarak UNESCO Genel Direktörü seçildi.
Bulgaristan adayı İrina Bokova UNESCO’nun Genel Direktörü oldu.
Hani bugünkü konumuz “kültür” olmasaydı, dilimin ucuna gelen neydi dersiniz...
“Bokova seçildi, bir çuval incir b.. edildi.”

Civaoğlu’nun küresel kültürün doruğuna layık gördüğü ismi de tanımıştık geçenlerde, bir cep telefonu operatörü şirkete şarkısını satan Livaneli: “İt oğlu it! Sen de yap, sen de sat!” demişti kendisini eleştirenlere…

İşte bu da memleketimizden bir başka hazin manzara… Kültürün doruklarında kimler geziyor, bize de ‘vay anasını sayın seyirciler’ demek düşüyor…