“Şu Üç Günlük Dünya”da Sanatın Yeri

Sanat dünde mi kaldı, yoksa yarını mı beklemeli?

“Ne biçim soru bu” diye düşünmeyin hemen.

Sanat alanına adım atan her insanın, ister yaratıcı adayı olsun ister alımlayıcı, adım atışının ertesinde bu sorunun şu veya bu biçimi ile yüz yüze kaldığını gözlemlemek mümkün. Bundan dolayı taşıyorum bu soruyu buraya az çok ortak bir mesele olduğundan ve üzerine düşünmek gerektiğinden dolayı yani.

Tartışma, daha en baştan başlıyor:

“Sanat alanına adım atmak” ne demek? Çok özel, yüce, seçkin bir faaliyete “yükselmeyi” mi kastediyorum?

Hayır.

Toplumsal yaşam denen karmaşık bütünsellik içinde, sanatsal üretimle tesadüfi olanın ötesine geçen bir buluşma eylemini kastediyorum “sanat alanına adım atmak” derken. Radyoda kulağınıza çalınan bir müziğin icracısını, bestecisini merak edip, o isimlerin başka neler ortaya koyduğunu keşfetmeye dönük bir merak televizyonda rast geldiğiniz bir filmin belki başrol oyuncusunu, belki yönetmenini bir başka eserle daha tanımaya çalışmaktan bahsediyorum. Ya da, ne bileyim, İstanbul’da, Beyazıt civarında dolaşırken, Süleymaniye Camisi’nin yanından geçerken yapıyı şöyle bir süzüp, Sinan hakkında biraz bilgi edinmeye soyunmaktan… İnsan aklı ve duygusunun yaratıcılığından kâm almaktan, gururlanmaktan, bu akıl ve duyguyla dünyayı, hayatı canlanıp tazelenmiş, yenilenmiş bir gözle, yürekle görmekten, duymaktan…

Çoğumuz için bu buluşma eylemi neredeyse lüks haline geldi, bunun farkındayım:

İşe giderken ya da iş çıkışı ulaşım telaşındayken, yaptığı işin toplumsal faydasını bile sorgulamak aklına gelemeden ve “aç kalmamak hürriyetini” kullanarak tüm gün canı çıkarcasına çalışıp, eve kapağı atma derdindeyken, Sinan hakkında, Beyoğlu’ndaki filanca binanın mimarı hakkında bilgi edinmeye nasıl zaman bulacak? O da yolu Beyazıt ya da Taksim’den geçiyorsa, yoksa çoğunluğun kent merkezlerine transit geçtiği de malum…

Ütünün ya da dikiş makinesinin başında parça yetiştirmeye çalışırken atölyede, radyo kanalını değiştirip arabesk dışında bir müzikle buluşmaya nasıl fırsat bulacak?

Sanat eseriyle temas etmek, buluşmak, meraklanmak yaratıcısının başka neler söylediğini araştırmak… O söylenenleri başkaları da söylemiş mi, sormak… Başka neler söylenmiş, aramak… Renkleri hissetmek, kombinasyonlarını anlamaya çalışmak… Bir fotoğraf karesinde hülyalara dalmak… Kendini başka hayatlarda bulmak, başka hayatlara yüreğinde ve aklında yer açmak… Bunları yaşamına katarak zenginleşmek için emek vermek… “Üç günlük dünya”yı geçmişe ve geleceğe taşımak…

Kütüphaneler yok, sinematekler yok, konser, tiyatro, sergi salonları yok, evet.

Çoğunluğun hayatında sanatın yeri yok.

Olacak.

Ama şimdi “bugün”deyiz, yokluktayız.

Yokluğa teslim olmamaya çalışanlar var yine de.

Roman diye Elif Şafak’ın Aşk’ının, film diye Çağan Irmak’ın Issız Adam’ının, müzisyen diye Hande Yener’in bir adım ötesine geçebilme bahtiyarlığına kavuşanlardan bahsediyorum.

Seçebilenlerden, arayabilenlerden…

Önceki kuşaklardan kendini kurtarabilenler kurtardı ama 2000’lerin ilk on yılını geride bırakmaya az kala, ‘80’lerin ikinci yarısından itibaren dünyaya gözünü açanların işi pek zor sanki.

“Bugün”de yaşayıp, nereye elini uzatacağını, neyi tutacağını bilemeyen on binlerce, yüz binlerce genç insandan bahsediyorum.

Ne okumalı? Nasıl okumalı? Ne dinlemeli? Nasıl dinlemeli? Ne izlemeli, Nasıl izlemeli?

Okumaya, dinlemeye, izlemeye teşvik eden mekanizmaların piyasaya daraldığı bir dönemde bu sorulara yanıt vermek çok daha zor.

Kültür endüstrisi o hale geldi ki, sanatların bozunmasıyla karakterize olan popüler kültür üretimleri hayatın her anını o kadar kuşattı ki artık ne okumalı, nasıl okumalı soruları bile mucize kabilinden: Neden okumalı ki?! Okumak mı, o da ne? Müzik mi, zaten her an “orada”. Sinema? E diziler var ya…

Sermaye düzeni, tamam emperyalizmin kültürü, tamam eğitim sistemi, tamam gericileşme, tamam, ama Sait Faik’ten, Memduh Şevket’ten, Sabahattin Ali’den, Halikarnas Balıkçısı’ndan, Muzaffer İzgü’den, Aziz amcadan, Nâzım’dan, Sevgi Soysal’dan, daha onlarcasından bir cümle bile okumamış ve okuma ihtimali de olmayan yüz binlerce gencimiz hala karşımızda duruyor.

Çocukların okula gidebilmelerinin giderek güçleştiği bir çağda ve memlekette şu söylediklerime hayıflanmak da saçmalaşıyor, ama söylemeden ve çare aramadan olmuyor.

Şu verili haliyle “dün” ile, insanlığın ilerici kültürel birikimi ve sanatsal üretimi ile “bugün”ün bağı neredeyse kopacak kadar inceldi.

Meselenin, yani çoğunluğun hayatında sanatın bir yeri olmamasının alımlayıcı tarafı böyle kabaca…

Peki ya yaratıcılar tarafı?

Bir sanat eserinin gündem yarattığına, işlediği konuların tartışıldığına uzunca zamandır tanık olmadık, ben atlamış olabilirim tabi, ama yok gibi de…

Heyecan yaratan, kendini okutturan, dinleten, izlettiren eserler de bir yerlere kayboldu sanki…

Şimdi abarttığımı düşünenler çıkacaktır, anakronizme düştüğüm düşüncesiyle, ama mesela ‘30’larda Nâzım’ın bir şiir kitabı yayınlandığında ortalığın nasıl hareketlendiğini “polemik” yazılarından çıkarsamak mümkün az çok ya da Aziz Nesin’in yeni bir kitabı çıktığında, Ruhi Su’nun yeni bir albümü çıktığında ‘70’lerde, heyecanla alınıp eve getirildiğine tanık olanlarınız her halde olmuştur. Yılmaz Güney’in Sürü’sü gösterime girdiğinde nasıl koştura koştura gidilip salonlarda yer bulunamadığını, filmin ayakta izlendiğini ben hatırlıyorum şahsen.

Yanlış anlaşılmasın, geçmişi yüceltiyor değilim. Geçmiş yıllar için kitleselleşmiş bir sanat alımlayıcısı toplamından da bahsetmiyorum. Okur-yazarlık düzeyi, toplumsal süreçler, politizasyon ve dünya da farklıydı o zaman elbette… Ama yine de, dönemin koşullarının tüm farklılıklarına rağmen, bugün için bir gerilemeden bahsetmek gerek.

Konunun yaratıcılarla ilgili bir başka boyutu burada da ortaya çıkıyor: Sanatın bizzat yaratıcıların hayatındaki yeri konusu… 1930’ların veya 1960’ların ortalama sanatçısının sanat kültürü ile bugün arasında dağlar var. Bunu, örnek olsun diye verdiğim bu tarihlerde yaşayan, eser veren sanatçıların biyografilerinde okumak mümkün.

Yaratıcı adaylarının hali bu açıdan da çok parlak değil: Sanat eğitimi yerlerde sürünüyor, değil tarih bilinci ile örülmüş bir sanat tarihi kavrayışı, mesleki formasyon edinimi bile imkansızlaşmaya yüz tutuyor.

Bu durumun yaratıcı adayları üzerinde oluşturduğu özel bir baskıdan da bahsetmeli: Ne anlatmalı? Nasıl anlatmalı? Ne anlatılmış? Nasıl anlatılmış?

Sorular birikiyor, zamanın zembereği geriliyor…

Bu haldeyken, hem alımlayıcılar, hem yaratıcılar açısından bugünün üzerine çarpı atıp, yüzümüzü geleceğe mi dönmeliyiz peki? “Bugün”de sanata yer yok mu?

Bunu da bir sonraki yazıda tartışmaya çalışalım…