Sosyal Merak

Dedikoducu milletiz vesselam.

Aziz Nesin’in bir sürü hikâyesinde ne çok örneği var şu huyumuzun ne de güzel sardırır! Orhan Kemal de keza…

Peki, biz dedikoducuyuz da, Ruslar, Fransızlar, İngilizler, Portekizliler, İspanyollar, Almanlar, şu dünya yüzündeki 72 millet değil mi?

Öyle olmasa, mesela Puşkin, Gogol, Çehov nasıl yazacaklardı o güzel sahneleri, bir derebeyinin verdiği akşam yemeğindeki fiskosları, bir kasaba polis şefinin prense yaltaklanmalarını, araziyle birlikte satılan serflerin yeni efendileri hakkında düşündüklerini?

Bin Bir Gece Masalları’nda, Diderot’nun Kaderci Jacques ve Efendisi’nde, Lorca’nın Kanlı Düğün’ünde, daha bir sürü edebiyat eserinde, işleri komediye ya da trajediye vardıran ne dedikodular döner…

Dedikodunun, bireysel bir davranış olmaktan çıkartılarak, bir toplumsal analiz ve eleştiri aracı düzeyine eriştirilmesiyle karşı karşıyayız elbette bu örneklerde: Bir toplumsal sistemin yarattığı insan davranışı stereotiplerine ulaşabiliyoruz bu sayede…

Dolayısıyla edebiyatı dedikoduya indirgemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Edebiyat yaşamın gerçekliğini süzerek, bir anlatı sistemi dâhilinde, insanların birbirleri hakkındaki düşüncelerine, bu dolayımla elbette ki kendi haklarında düşündüklerine, umutlarına, heveslerine, mutsuzluklarına, üzüntülerine vs. dair bir panorama zenginliği çıkarıyor karşımıza.

Hayatı anlamamıza yardımcı oluyor estetik ve felsefi tartışma derinliği ve keyfinin yanı sıra…

İkinci Savaş ertesinde, Yeni Roman’da ve şiirde, tükenen bireyin iç dünyasının dehlizlerinde kaybolmadan önce böyleydi yani… Bütün edebiyatı harcamayalım tabi ama genel karakter itibariyle bundan sonrası hep fanteziler ve sanrılar ve sıkıntı olageldi… Bir iddiaya göre, bu dönemde emperyalist metropoller dışındaki coğrafyalarda üretilen edebiyat öne çıkıyor “hala mücadele edebilen” insanı anlattığı için ki katılmamak zor.

Yenilen ve kendi derdine düşen bireyin sinemada, edebiyatta, plastik sanatlarda boy gösterişine, tüketimcilik ve kendi evinin önünü süpürme ideolojileri de eşlik ediyor elbette. Refah toplumları çürüyor, çürüdükçe aksiyona, polisiyeye, non-figüratif resme, uçukluğa boğuluyor ortalık.

Bu zeminde, farklı arayışlar da kendini gösteriyor ve işin ilginç yanı, tüm bu arayışlar, bir tür sosyal merak barındırıyorlar. Kendi benliğine ve metalar dünyasına hapsedilen insana karşı, yaşamın bütünselliğine odaklanan, “peki ya onlar?” diye soran, “benim bu durumumla, onların kendi durumları arasında bir ilişki / bağıntı var mı?” diye soran, “biz acaba bir bütünün parçaları olabilir miyiz?” diye soran, “hayatın sırtımıza yükledikleriyle kendi kendimize başa çıkamıyoruz, kiminle birlikte, nasıl aşabiliriz?”, “hepimizi kuşatan zinciri hangi halkasından kırabiliriz?” diye soran bir sosyal merak…

Bu soruların arkasında duranların, farklı varyantlardan da olsa, genel itibariyle sosyalistler ya da sosyalizme sempati duyanlar olması ise şaşırtıcı değil.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, sinema alanında şekillenen hemen hemen tüm akımlar, ekoller, bu sorular üzerinden şekillenmişti. İngiltere’den Özgür Sinema, Fransa’dan Yeni Dalga, Latin Amerika’dan Üçüncü Sinema ve Yeni Sinema, ve daha pek çok “manifesto”, bu sosyal meraka yaslanıyordu.

Aynı Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu kitabında yaptığı gibi, “hayatı yaratanlar” kimler, hangi koşullarda, nasıl yaşıyorlar sağlık, eğitim durumları ne, sorularını sorması gibi… “Tek ve bölünemez insanlık” ütopyasını bu kanaldan besliyordu Engels.

Bir bariz örnekle geçenlerde bir kez daha yüz yüze geldiğim için oradan devam edebilirim:

Özgür Sinema (Free Cinema) ekolünün kurucularından Lindsay Anderson adlı bir İngiliz yönetmenin 1957 tarihli “Noel Haricinde Her Gün” (Everyday Except Christmas) adlı filminden bahsediyorum. Çok kısaca özetlemek gerekirse, bu otuz küsur dakikalık belgesel film, Covent Garden adlı bir toptancı halindeki gece mesaisiyle açılıyor ve odaklandığı konu bu halin çalışanları. İngiltere’nin ve hatta dünyanın çeşitli bölgelerinden hale ulaşan sebze ve çiçekleri kamyonlardan indirip, tasnif eden işçileri anlatıyor film. Bu sayede iki şeyi beceriyor: İngiltere’deki emekçi halkın yaşamından bir kesit sunabilmeyi ve belki bundan daha önemlisi, mesela sokakta yürürken yanından geçiverdiğiniz bir çiçekçinin sepetlerindeki o çiçeklerin, aslında nasıl bir emek sürecinin sonucunda sizin ayağınıza kadar geliverdiğini ortaya koyabilmeyi başarıyor. (O yıllara kadar İngiliz beyzadeleri ve hanımlarının aşk maceralarından, bizim Malkoçoğlu serilerinden çok farklı olmayan şövalye hikayelerinden başka bir şeyi doğru dürüst ortaya koyamamış İngiliz sinemasına bambaşka ve sarsıcı bir soluk getirmişti Özgür Sinema’cılar.)

Sosyal meraktan kastım tam olarak bu. Toplumsal yaşamın bütünsel karakterini tarif etmeye ve anlamaya duyduğumuz gereksinim yani… Konuya “dedikodu” ile girdikten sonra buraya varmam garip olmamıştır umarım kastım, en ilkel haliyle üçüncü kişileri birbirine çekiştirmek olarak dedikoduya bir değer filan atfetmek filan değil yoksa. Ama toplumsal yaşam hakkında, birbirinin hayatı hakkında dertlenmek, endişelenmek gibi, epeydir kaybolan bir merak türüne ihtiyacımızı vurgulamak…

Kendi hayatlarımıza kilitlenmiş, yaşamaya çalışmakla çırpınarak tükettiğimiz ömürler sürdüğümüz gerçeğini açımlamaya herhalde gerek yoktur. Elbette sosyalistlerin bu durumun birkaç adım ötesinde olduğu malum ama sadece birkaç adım… Şu verili haliyle, yaşamın bütünselliğini ve zenginliğini kavrayacak araçlardan yoksunuz zira. Memlekette bugünün insan ilişkilerine kafayı takan, başkalarının hayatlarını anlamaya, çözümlemeye, bu başka başka hayatların birbirleriyle nasıl sistemsel bir bağıntı içinde olduklarını ortaya koymaya soyunan sosyolojik araştırmalar, iktisadi çalışmalar, sanatsal üretimler pek yok çünkü…

Başkalarının hayatları derken, post-modern literatürün “öteki”sinden bahsetmediğim de açıktır herhalde ama yine de vurgulayayım. “Öteki” kavramlaştırmasında bütünsellik kurgusu ve “kader ortaklığı”na yer yoktur zira. Her “kimlik” kendi bacağından asılır “öteki” kavramı ile yaklaşılan hayat algısında… Oysa, Lindsay Anderson’un filminden verdiğim örnekteki gibi, örneğin şu anda bu yazıyı başına geçip okuduğunuz bilgisayarı kimlerin imal ettiğinden, elinize kadar nasıl geldiğinden, o bilgisayarın faal halde olmasını sağlayan güç kaynağı elektiriğin evinize nasıl geldiğinden, belki şu anda içmekte olduğunuz çayın nasıl üretildiğine kadar, sosyal merakın, öğretici ve “titretip kendine getirici” bir anlamının olduğunu düşünüyorum. Toplumsal ilişkilerin ve gündelik hayatın en naif parçalarının ya da kesitlerinin dahi emek süreçleri dahilinde nasıl da birbirleriyle ilişkilendiğini, tabirimi mazur görün, kabak gibi ortaya koyduğu için…

Bu sosyal merak meselesini gündeme getirebilmeyi de sanırım Tekel işçilerine borçluyuz. Bütün bir medyanın, kültür endüstrisinin üstünü örttüğü, sistemli bir şekilde gözlerden uzak tuttuğu milyonlarca hayatı gözümüze soktukları için…

Bu kırılmadan, Tekel işçilerinin memleketin neredeyse son on yılına yaptıkları müdahaleyi kastediyorum, bir de sosyal merak eksikliği tespiti çıkmış oldu. “Özelleştirme” gibi, sosyal haklar gibi, emeğin hakkı gibi, pek çok “ortalama vatandaş”ın kendi hayatıyla ilişkilendiremediği bir dizi argümanın nasıl da hepimizin hayatını doğrudan ilgilendirdiğini Tekel işçilerinin direnişiyle bir kez daha görebilmiş olduk.

Sanırım onlara teşekkür borcumuz daha epeyce bir katmerlenecek…