Öncelik: Mülkiyet ilişkileri

Geçen hafta 2010 gündemi ile başladık, bu gündemle devam edelim...

Dönüşüm ve uyumlulaştırma cenderesine sokulan memleketimiz, aydınımız ve İstanbul'umuzu dayatılan dönüşüm ve uyumlulaşmanın niteliğini anlamaya ve çözümlemeye çalışıyoruz.

Tarihi ve bugün temsil ettikleriyle Avrupa'ya bakmadan olmaz demiştik İstanbul'a yaklaşmaya başlayalım.

İstanbul'a ve bugüne yaklaşmaya başlayınca, bugünün tartışma başlıklarının konuya dahil olmaması imkansız.

2010'cular, yani, İstanbul'a ilişkin imge ve bilgi toplamını Avrupa Kültür Başkenti olma çerçevesinde yeniden-üretmeye soyunanlar açısından, padişah sünnet törenleri, saltanat kayıkları, ramazan eğlenceleri, Osmanlı'dan miras kalan kentsel dokunun restorasyonu vb. belirli bir değer taşıyor. Bu değer, geçmişe dönük bir Asr-ı Saadet (Mutluluk Çağı) imgesiyle bütünleştiriliyor. Sadakasını zekatını muntazaman veren zenginleriyle, toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırdığı iddia edilen vakıflarıyla, "höt!" dedi mi dünyayı titreten bir güç odağı, bir masumiyet ve insancıllık coğrafyası betimleniyor...

Sorularımız eksik olmuyor, yine sorarak sürdürelim:

Bir toplumsal formasyon, kronolojik olarak kendinden sonraki, kendi yerini alan bir toplumsal formasyondan daha ileri olabilir mi?

İlkel-komünal toplum, köleci toplumdan feodalizm, kapitalizmden ileri olabilir mi? Kapitalizm, sosyalizmden ileri olabilir mi? (Kapitalist restorasyon şimdilik konu dışı!)

Üretim tarzı ve ilişkileri zemininde sorulan bu soru, üstyapı açısından da sorulabilir:

Mesela imparatorluk, yani saltanat, cumhuriyetten ileri olabilir mi?

Marx ve Engels, Alman İdeolojisi'nde ve Komünist Manifesto'da toplumsal formasyonların tarihsel seyrine ilişkin epeyce yazdılar, biliniyor. Doğrusal olarak gelişen bir süreç tarif edilmese de, her coğrafyaya aynı elbiseyi giydirmeye çalışmasalar da, bir tarihsel ilerleme fikrinin ışığı tüm bu süreç çözümlemesine yansımıştır.

İnsanlığın kurtuluşu hedefinden hareketle geriye dönük olarak yapılan bu açıklama girişimi, sınıfsız, sömürüsüz bir insanlık hayali ekseninde, aşmak üzere sınıflı toplumların yapısını açıklamaya ve sömürü mekanizmalarını çözümlemeye soyunmuştu.

Hangi toplumsal formasyonun neye göre "ileride" olduğu, hissi gablel vuku* ile anlaşılamaz elbette değerlendirme kıstasları tanımlanmalıdır.

Büyük harfle Tarih'i nasıl algıladığınız, nasıl açıkladığınız, nasıl bir anlam yüklediğinizdir belirleyici olan. "Bugün"ü tarihsel sürecin bir ürünü olarak değerlendiriyorsanız -diğer yaklaşımları bir kenara koyalım- eğer Tarih'e anlamını sınıf mücadelelerinin yüklediğini kabul ediyor, Tarih'in sınıf mücadelelerinin tarihi olduğu zemininden hareket ediyorsanız, kıstasları tanımlamak nispeten kolaylaşır:

Haydi ille de sınıf demeyelim, toplumu oluşturan "kesim"lerin üretimde oynadıkları rol, üretilen artı-değerden aldıkları pay ve paylaşım biçimi, toplumsal hizmetlerden yararlanma oranları ve biçimleri, yaşam düzeyinin niteliği ve bu niteliğin pay edilişi, kıstaslarınızı oluşturabilir. Buna eşitlik ve adalet düzlemi denebilir.

Kıstas olarak, toplumsal yaşamda kendini ifade edebilme düzeyi, toplumsal yaşamın yeniden-üretiminde söz sahibi olma düzeyi, toplumsal yaşamı boyunduruğu altına almış olan zor aygıtı veya ideolojik mekanizmalara karşı bilimin, sanatın, düşüncenin nasıl tarif edildiği ve sınırları, gibi bir düzlem de tanımlanabilir. Buna da özgürlük ve kardeşlik düzlemi diyelim...

Toplumsal formasyonların kronolojik seyrinin, toplumsal yaşamda bir ilerlemeye tekabül edip etmediği, bu kıstaslardan hareketle doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir.

Bu bir araba lafı neden ettiğimi de ifade edeyim ve asıl demek istediğime geleyim...

Bugün Türkiye sınırları içinde yaşayan emekçi halkın, giderek gözle görülür hale gelmeye başlayan "Yeni Osmanlıcılık" hülyasına tav olması, demagojinin ötesinde, bugünkü yaşam koşullarının iyileştirilmesine dönük bir arayışın, yani "eskisi gibi yaşamak istememe"nin karşılığını bulması anlamı da taşıyabilir mi?

Yeni bir Osmanlıcılık, cumhuriyetten daha ileri, toplumsal yaşamı daha zengin, bereketli ve müreffeh, -özgür demeyelim de- serbesti sahibi bir düzeye taşıma iddiası ortaya koyabilir mi? Bu iddianın bir gerçekliği olabilir mi?

İstanbul'un iki haline, Osmanlı'nın son dönemi ve bugün arz ettiği manzaraya bakarak yanıtlamaya çalışalım bu soruyu.

Osmanlı dönemine ilişkin çizilen Asr-ı Saadet tablosu demiştik: Ufak bir zaman yolculuğuna çıkalım, o pek bir matah II. Abdülhamid'in zamanına gidelim yıl 1902:

"Sarmış yine ufuklarını inatçı bir sis / Bir akça karanlık ki bu gitgide artan. / Basıncının altında silinmiş her şey, / Bir tozlu ve görkemli yoğunluk ki bakışlar / Dikkatle işleyemez derinliğine, korkar / Ama layık sana bu karanlık, derin örtü, / Layık bu örtünüş sana, ey sahnesi zulmün! / Ey sahnesi zulmün... Evet, ey sahnesi her gösterişin, / Ey facialarla bezenmiş parıltılarla dolu sahne! / Ey parlaklığın, gösterişin beşiği ve mezarı (...)"

Bir sisin kapladığı bu zulmün sahnesi, gösterişin beşiği ve mezarı, İstanbul'dur, Tevfik Fikret'in İstanbul'u 1902'nin ve II. Abdülhamid'in İstanbul'u...

Devam ediyor Fikret:

"Ey midelerin sıkboğaz zehri önünde / Her tür adiliği yutmakta olan kupkuru ağızlar / Ey Doğa'nın bağışıyla en hazır, en nimet verici / Yaratılmışken, aç, tembel ve kısır / Her nimeti, her lutfu, kurtuluşun bütün nedenlerini / Gökten dilenen adi boyun eğme... iki yüzlü gidi!"

Asr-ı Saadet'in ışıkları biraz karardı mı ne? Bunu Fikret'in kötümserliğine mi bağlamalı?

"Ey korku yükünden iki büklüm gezer olmuş / Eşraf ve bütün halk, o ün almış koca toplum / Ey önüne eğilmiş baş, ki akpak fakat iğrenç / Ey taze kadın, ey onu takibe koşan genç / Ey hicranla vurulmuş ana, ey küskün duran eş / Ey kimsesiz, avare çocuklar... hele sizler, / Hele sizler..."

Fikret'in İstanbul'u, sanki zaman yolculuğu yapmamıza inat, bu defa kendisi bugüne gelmiş gibi... Facialarla bezenmiş parıltılı bir sahne olarak, yokluğun, yoksulluğun, kurtuluşu gökten dilemenin İstanbul'u değil mi bugünkü İstanbul da?

Sadede gelelim:

Cumhuriyet, Osmanlı'dan bir kopuş yönelimi içermekle ve yukarıda tarif etmeye çalıştığımız eşitlik ve adalet düzlemi ve özgürlük ve kardeşlik düzlemi açısından bir ilerleme boyutu barındırmakla birlikte, halk düşmanlığı ile sonuçlanmaya mahkum mülkiyet ilişkileri nedeniyle, Fikret'in İstanbul'uyla, daha doğrusu II. Abdülhamid'in İstanbul'uyla Tayyip'in İstanbul'unu bugünde buluşturmuş gibi görünüyor...

Fikret'in İstanbul'u bize ve bugüne geldi, biz de bugünün İstanbul'undayız ve bugün şunu açıkça söylemek gerekir ki, İstanbul'un temel sorunu, sermayenin elinde olmasıdır.

Mülkiyet ilişkileri değişmedikçe, sınıfsız bir toplum hedefiyle kamusal mülkiyet özel mülkiyeti tasfiye etmedikçe, toplumsal ilerleme fikri de yerinde saymaya, en iyi ihtimalle bir adım ileri iki adım geri gitmeye mecbur.

Zaten o yüzden, 15 Mart'ta Kadıköy'de "Ya Osmanlı'ya Dönüş, Ya Sosyalist Cumhuriyet!" mitinginde buluşmuyor muyuz!