İdeoloji Alanındaki Mülksüzleşme ve Yoksullaşma

Nâzım’a…

Ekonomi-politik eleştirisi ve toplumsal yaşamın sınıfsal çözümlemesi Marksizm’in görece güçlü yanlarıdır. Bu yöntemsel araçların gücü temel olarak siyasal gündem ve iktisadiyat alanında açığa çıkar, doğrudur. Nereden gelip nereye gidildiği, neler olmakta olduğu sorularının yanıtlanabilmesi için, sınıflar mücadelesi alanında gereksinilen berraklığa kavuşturacak güçlü araçlar sunabilmeye devam ediyor hala ve Marksizm’in kendisi, açık bir sistem olarak, bu gücünü değişen dünyada ve koşullarda yeniden-üretebilecek bir içsel dinamiğe sahip olduğu için de böyle bu. Değiştiren ve değişen insanın eylemine alan açtığı için de böyle bu.

Gel gelelim, Marksizm’in dar anlamda güncel siyasete ve iktisada sıkıştırılması pek yaygın ve kısırlaştırıcı bu konuda hepimizin bir ortak sıkıntısı var. Bu yöntemin taşıdığı zenginlikten yeterince yararlanılabildiğini söylemek biraz zor.

Marksist yöntemin dar anlamdaki siyaset ve iktisat alanından farklı toplumsal pratiklerin ve süreçlerin analizine doğru genişletilebilmesi pek kolay iş değil.

Siyaset denen toplumsal pratik yeterince zenginken bunu indirgemeyi ve daraltmayı beceren eski solculuk, Marksizm’in farklı toplumsal pratiklerin analizinde ortaya koyabileceği işlevsellik alanını da şekillendiremedi henüz.

Çalışıyoruz. Yapacağız.

Bununla birlikte, hep söylenir, armudun pişmesi ve ağza düşmesi çerçevesinde yaklaşmamak lazım konuya. Analize, üretmeye başlanmalı ki, pişme süreci de işleyebilsin. Marksistlerin analiz yapabilmek için Hünkarbeğendi tarifi yapar gibi, önce belli sayıdaki Marksist klasikleri tavada çevirip közledikten sonra kabuklarını soyup soğuk suda bekletmek, ardından kuşbaşı büyüklüğündeki mesela çeşitli kültürel-sanatsal eserleri daha küçük parçalara bölüp, zeytinyağında biraz çevirmek ve ayrı bir tavada kavrulan iki yemek kaşığı güncel siyaset ve iki tatlı kaşığı uluslararası gündemle karıştırarak, ılıtılmış popüler kültür ilavesiyle hafif ateşte pişirmek şeklinde bir tarifi yok. (Böyle yazınca, oldu mu ne?)

Marksist klasikler tabii ki okunacak, güncellik içinde tekrar okunma ihtiyacı duyulacak konumuz çerçevesinde, kültür-sanat alanında tekil üretimlerle meşgul olan müşteri gibi değil, farklı alanlarda ne olup bittiğine dönük bir ilgi ve anlama çabası çerçevesinde ilgilenilecek ama en önemlisi, değiştirme ve dönüştürme hareketinin içinde olunacak. Yaşamdan öğrenmekten, yaşamın sorduğu güncel ve acil sorularla karşılaşmaktan, yanıt bulamama ihtimalinden ürkülmeyecek. Yaşanılan çağın geçmiş çağlardakilerle birlikte taşıyıp önümüze getirdiği sorularla boğuşulabilecek güç bu hareketten türetilecek. Esas mesele bu.

Yemek tarifi ile yemeğin kendisi arasındaki fark gibi… Tarif, ancak uygulanırsa yemek üretir.

Geçmişin bir yük haline gelmesi, teori ağacının griliği, bu donukluk, soğukluk ve mesafeden kaynaklanabilir ancak.

***

Mesafeyi kaldırdık, diyelim… Bu bize ne sağlayabilir?

Mesela, bir süredir bu köşede de, Sanat Cephesi dergimizin son sayısında da denk geldiğinizi tahmin ettiğim bir tartışma var: Sağcılar kültür-sanat alanında ne vaziyetteler? Yapabilirler mi? Yapamazlar mı? Yapabileceklerinin sınırları nelerdir? Nasıl bir alan tutuyorlar vb.

Bu tartışmaya bir başka açıdan yaklaşabilmek mümkün mü?

Mülksüzleşme ve yoksullaşma sorunsalı çerçevesinde mesela…

Kimi kuramcılara göre aslında 12 Eylül’ün de habercisi olan 24 Ocak 1980 tarihinde yürürlüğe konulan kararların ardından, Özal dönemi ve sonrasında, Türkiye işçi sınıfının analizinde devreye sokulan bu kavramlaştırmalar, sağın veya solun kültürel alandaki pozisyonunu anlamak için ışık tutabilir mi?

Korkut hocamız, 24 Ocak kararları için şunları da söylüyordu: “(…) bu kararlar sadece bir istikrar programı niteliği taşımamakta idi uluslararası sermayenin özellikle Dünya Bankası aracılığıyla ‘pazarladığı’ ve içe ve dışa karşı piyasa serbestisi ve uluslararası ve yerli sermayenin emeğe karşı güçlendirilmesi gibi iki stratejik hedef etrafında oluşturulan bir ‘yapısal uyum’ perspektifi de taşımaktaydı.” “(…) modelin bölüşüm ilişkileri bakımından belirleyici özelliği genel olarak sermaye ile genel olarak emek, yani geniş anlamda burjuvazi ile emekçi sınıflar arasındaki temel çelişkiyi sistemli olarak emek aleyhine denetlemeye ve düzenlemeye kalkışması olmuştur.” (*)

Ekonomik bunalımın geniş halk kitlelerini ve sermaye sınıflarını derinden etkileyen boyutlarına karşılık örgütlü işçi sınıfının bu reel gelir düzeylerini koruma mücadelesi ve siyasallaşma eğilimi, sermaye açısından artı-değer oranının yükseltilmesi gereksinimi, siyasal bunalım… 12 Eylül’ü yaratan iç etmenleri biliyoruz. 12 Eylül’le birlikte, Latin Amerika’dakilere benzer bir askeri diktatörlükle ve yine oralardakine benzer ekonomik modellerin uygulamaya sokulduğunu da, yani dış etmenleri de…

Mülksüzleşme, yoksullaşma bu sürecin karşısına dikilinemediği oranda kaçınılmazdı. Sermayenin karşı saldırısıyla, işçi sınıfının, kendisi için olduğu kadar tüm toplum için de elde ettiği kazanımların tasfiyesi demekti bu.

Bu iktisadi-siyasal süreçlerle kültür-sanat alanı arasındaki ilişkinin birebir, eş zamanlı ve tıpa tıp aynı sonuçları yaratacak şekilde yaşanması pek olanaklı değil zaten, ideolojiler alanının doğası gereği… Ancak yine de “kazanımların tasfiyesi” meselesi bir analoji için elverişli bir zemin sunuyor.

***

Sol, kültürel alanda, özellikle 1980’lerin ikinci yarısı ve 1990’ların ikinci yarısı arasında bu anlamda mülksüzleşmiş ve yoksullaşmıştır demek çok yanlış olmaz sanırım.

Kenan Evren’in miting konuşmalarında “yüksek ücretlerin düşürülmesi gerektiği” vurgularını, ayet ve hadisleri, şu cümle ile birlikte düşünmek gerekiyor:

“Yarının teminatı olan evlatlarımızın Atatürk ilkeleri yerine yabancı ideolojilere yetişerek sonunda birer anarşist olmasını önleyecek tedbirler alınacaktır.”

Bu çerçevenin, şunu yaratması da kaçınılmazdı: “Saygıyla, korku eşdeğer yürüyor. Ben boşanalım dediğimde kocam bana iki tokat atsaydı, ben dururdum.” (Demet Akalın)

Bu iki cümleyi filmin açılışına yerleştiren Bornova Bornova’nın yönetmeni İnan Temelkuran’a selam gönderip devam edelim…

Solun ideolojik anlamda mülksüzleşmesi ve yoksullaşması, bu zeminde anlaşılabilir.

Metin Çulhaoğlu’nun “Doğayı bağımsız biçimde değiştirme gücünü sağlayacak araçlardan yoksun bırakılma” (**) olarak tanımladığı mülksüzleşme, ideolojik düzleme sıçradığımız zaman,

i) Kültürel alanda üretim yapma olanaklarının neredeyse sıfırlanması (kaynak ve araçlardan mahrum bırakılma),

ii) Kültürel üretim için gerekli canlı bir toplumsal etkileşimin neredeyse sıfırlanması (yalıtılma, seçkincilik, nostalji),

iii) Kültürel üretimin dolaşıma girme kanallarının neredeyse sıfırlanması (ideolojik açıdan rüştünü ispat edememe),

iv) Rüştünü ispat edemediği için üretimi süreklileştirecek kaynak ve araçlardan mahrum kalmaya devam etme ve giderek piyasa ilişkilerinden medet umma, yani ideolojik anlamda bağımsızlığını koruma olanağının neredeyse sıfırlanması,

gibi, hızı ve savuruculuğu şiddetlenen bir (kısır) döngü anlamına geliyor.

Yoksullaşma ise, bu üretim ve bölüşüm zemini neredeyse sıfırlanmasının önündeki perdede,

i) güncellik dışında kendini besleyen diğer ana damar olarak kendi gelenekleri ve birikiminden kopuş,

ii) tek sermayesi (!) olan inat-umut ikilisini tüketme,

anlamına geliyor. Solun kuramsal ve ideolojik alanda bugün bu kadar geri bir noktaya çekilmesinin temel açıklamalarından birinin bu yoksullaşma ile yapılabileceğini düşünüyorum. “Nerede yanlış yaptık”çılık, yani Marksizm’in eleştiri gücü ile alakası olmayan bir günah çıkarma faaliyeti bir kez işlemeye başladıktan sonra, kuruyup rüzgâra karışmış yaprak misali bir savrulma kaçınılmaz.

Sermayenin karşı saldırısıyla mülksüzleşen ve yoksullaşan solun kültürel alandaki varlığı, elbette ki solun kendi içindeki kültürel-siyasal kültür/gelenek farklılıklarına da bağlı olarak ve istisnalar dışında yönsüz, ruhsuz, salt dışavurumcu bir kültürel atmosfer yaratıyor kendisine.

***

Sağın, yani piyasacı - popüler kültürün 12 Eylül sonrası yaşadığı sıçrama ile sermaye birikim modellerinde yaşanan dönüşüm arasında da bir ilişki kurmak mümkün. Mesela sanayisizleşen Türkiye’de popüler kültürün herhangi bir iz bırakamamasına bu ilişkisellik üzerinden bakmak, emperyalist metropollerle Türkiye’yi bu bağlamda karşılaştırmak vb. ilginç ve verimli sonuçlar verebilir.

Ama sağcılara bakmamak, şimdilik kusur kalsın.

Temenni değil güncelliğin önümüze koyduğu bir mesele olarak, inat-umut ikilisine yönelmekten başka şansı yok solun, kültürel alanda da.

Geleceğe uzanacak bir gelenek, gerçekten ve sadece, bugündeki inada ve umuda bağlı.

-------------------------------

(*) Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi / 1908-1985, Gerçek Yayınevi, 1990.

(**) Metin Çulhaoğlu, Varoşlar ve Kent Yoksulluğu, ‘Doğruda Durmanın Felsefesi’ içinde, YGS Yayınları, 2002)