“Her Şeyin Olduğu Gibi Kalması İçin…”

İtalya'daki "Temiz Eller" operasyonunun başlangıç tarihi manidardır: 1992 yılında, siyaset-mafya-polis mi dersiniz, mafya-işadamı-devlet mi dersiniz, kontrgerilla-siyaset-mafya mı, üçgenin köşelerinin niteliğine siz karar verin, sözüm ona bir takım karanlık ilişkiler, rüşvet alış-verişleri, CIA ve NATO yönlendirmeli derin devlet örgütlenmeleri filan tasfiye ediliyor diye ortalık ayağa kaldırılmıştı. Operasyonun SSCB ve sosyalist ülkelerin çözülüşünün hemen ertesinde gerçekleştirilmesidir bu tarihi manidar kılan. "Düşman" ortadan kalktığına göre, "eski yapılanma" tasfiye edilebilirdi artık...

Ortalık gerçekten ayaktaydı... Kızıl Tugaylar'ın derin devlet örgütü olmasından tutun da, Moro'nun öldürülmesinden, Craxi, Andreotti gibi başbakanların yolsuzluk ve rüşvetten yargılanmalarına varana kadar, ortalığa neler dökülmüştü (ya da üfürülmüştü) neler.

Peki, ne değişti?

İtalya'da Silvio Berlusconi'nin başbakan olduğunu, İtalya'nın AB'nin üst katlarındaki bir üyesi olduğunu, mafyanın İtalya'da hala gücünü koruduğunu ve hatta legalleştiğini, NATO üyesi olduğunu, şu an (yanlış hatırlamıyorsam) askeri olmamasına karşın, Irak işgalinde ABD'ye arka çıktığını, ne bileyim, Kuzey Afrika'da göçmen kampları oluşturma projelerini filan hatırlayınca şu sonuç çıkıyor ortaya: Her şey değişti ve böylece hiçbir şey değişmedi!

Bir an için, bu defa 19. yüzyıl ortalarına gidelim...

Bizi bu yolculuğa çıkaran, Leopar. Giuseppe Tomasi di Lampedusa'nın 1956'da yazdığı romanından etkileyici bir film çıkaran, Luchino Visconti'nin Leopar'ı...

Yine Çizme'deyiz: Ama bu defa, küçük krallıkların yanı sıra, bir de burjuvazinin siyasal iktidara yürüdüğü bir dönemin ortalarındayız... "Risorgimento" yani "Yeniden Diriliş" dönemi olarak adlandırılan dönemin bir evresi. Bir yandan küçük krallıklar arasında kendi hakimiyetini kurma mücadelesinin, bir yandan da kralcı güçler ve cumhuriyetçiler arasında yoğun bir iktidar mücadelesinin yaşandığı yıllar. Savaşlar, iç savaşlar, ayaklanmalar, devrimler ve bastırılışları, uzlaşmalar ve ihanetler... Leopar'ımız, ayağının altındaki toprak bir süredir sallanmaya başlayan aristokrasinin temsilcisi Salina Prensi Don Fabrizio (Burt Lancester). Yükselmeye, hayata kılıç atmaya hevesli, tutkulu, maceracı gencimiz Tancredi Falconeri (Alain Delon), prensin yeğeni... Prens, yeğenini zengin bir tüccarın kızıyla evlendirip, geleceğini garantiye almak istemektedir.

Onat Kutlar 'ağır ağır ölmekte olan sınıflar'dan bahsediyor bu film üzerine yazdığı bir değerlendirmede:

"Leopar'da ölmekte olan Prens Fabrizio değildir. (Ölmekte olan) Risorgimento'nun kanlı, dizgi yanlışlarıyla dolu sayfalarına, Limoges porseleninden yapılmış ve üzerine altın yaldızlarla leopar, kaplan armaları işlenmiş zarif tabutlara gömülen soylular sınıfıdır. Ve her ölüm gibi, geriye çevrilmesi imkânsız bir süreçtir bu. Bu ağır, anlamlı ve karışık ölümü kavrayabilmek için tarih okumak yeterli değil. Arkadan gelen kentsoyluların, aç ve kurnaz çekirgeler gibi bütün renklerini, yapraklarını, canlı tenini kemirip yalnızca kuru iskeletini bıraktıkları bu çağı yaşantı katına ulaştırabilecek gücü olmalı sanatçının."

Biz şimdilik 'sanatçı'yı atlayıp, anlattığından devam edelim:

Arkadan gelen kentsoyluların temsilcisi maceracı ve uyanık yeğen ile köhneyen bir düzenin temsilcisi amcası Don Fabrizio arasında bir diyalog geçiyor filmin hemen başlarında. Yeğen amcasına, orada bulunuş sebebini anlatıyor:

"(...)

- Sana hoşça kal demeye geldim.

- Neden? Nereye gidiyorsun? Bir düello olmasın sakın?

- Evet, büyük bir düello. Napoli kralı Franceschiello ile yapacağım bir düello. Ficuzza dağlarına gidiyorum. Büyük şeyler olacak, oturup seyirci kalmak istemiyorum. Zaten kalsam hemen yakalarlar!

- Delirdin mi sen? Haydut bu herifler! İt kopuk hepsi! Bir Falconeri bizim safımızda olmalı, kral için!

- Tabii ki! Ama hangi kral? Söyler misin? İtalya'nın birliği yolunda çalışan içinse, evet. Ama Franceschiello için hayır. Hayır, sevgili amcacığım, hayır.

- O zaman "dürüst adam" denilen Piemonteli kralının diğerinden daha iyi olduğunu mu düşünüyorsun? Napoli ağzı yerine Torino ağzıyla konuşur. Hepsi bu kadar.

- Sen Don Peppino Mazzini'nin Cumhuriyeti'ni istersin herhalde?

- Eeeh!

- İnan bana amcacığım, bu işe karışmazsak, bunlar kaşla göz arasında başımıza Cumhuriyeti getiriverirler. Her şeyin olduğu gibi kalmasını istiyorsak, her şeyi değiştirmemiz gerek! Yeterince açık anlatabildim mi? (...)"

"Her şeyin olduğu gibi kalmasını istiyorsak, her şeyi değiştirmemiz gerek!"

Bu bence çok büyük söz, bugünün Türkiye ve dünyasını anlamak için kilit önem taşıyor.

Bu alıntıyı yapma nedenim bu.

Di Lampedusa'nın 1956'da yazdığı, ancak ölümünden sonra basılabilen romanı ve Visconti'nin, yani, İtalya'lı komünistlerin, vefatından sonra tüm Roma sokaklarını "çalışanlarla, savaşanlarla hep köklü ve dürüst bir dayanışma içinde olan, direniş hareketinin antifaşist militanı LUCHINO VISCONTI, seni unutmayacağız" afişleri ile donattıkları yönetmenin filmi Leopar, bugün, anlattığı tarihsel kesitten 150 yıl sonra, yazıldığı ve çekildiği dönemden yaklaşık 50 yıl sonra, bugünün dünyasını da anlatma gücünü nasıl buluyor?

Öncelikle Lampedusa ve tabii Visconti, bu eser çerçevesinde, Nâzım'ın dediği gibi "gideni ve gelmekte olanı" ve bunların hareket mantığını anlayabildikleri için çok güçlü bir anlatım düzlemi yaratabildiler.

Kutlar'ın sözünü hatırlayalım: "Aç ve kurnaz çekirgeler gibi" bu dünyanın "bütün renklerini, yapraklarını, canlı tenini kemirip yalnızca kuru iskeletini bırakan"lar, mülk sahibi sınıflardır. Mülk sahipleri, mülklerinin ve servetlerinin hiç değilse olduğu gibi kalmasını arzu ediyorlar daima...

Aristokratlar yükselen yeni sınıf burjuvazi ile uzlaşıyor sonra toprak ağaları ile sanayiciler uzlaşıyor sonra şirketler evleniyor, sonra mali sermaye kuma getiriyor, holdingler balayına çıkıyor tekeller, tröstler, çok uluslu şirketler birleşiyor, tartışıyor, ayrılıyor...

Siyasi iktidarlar yıkılıyor, hükümetler değişiyor, dinciler, milliyetçiler, sosyal demokratlar ve liberallerin biri iniyor, bir diğeri biniyor eller temizleniyor, yeniden kirleniyor anayasalar darbelerle taçlanıyor işgaller, ithamlar, uluslararası antlaşmalar, dünya bankaları ve imf'ler, 11 Eylül saldırıları, krizler ve savaşlar ve savaşlar ve savaşlar, bitmiyor...

Sanayici "değişim" istiyor, bankacı "değişim" istiyor, hükümet "değişim" istiyor, ana muhalefet ve yavru muhalefetler "değişim" istiyor, ABD "değişim" istiyor, AB "değişim" istiyor...

Her şey deviniyor, bir an bile durmamacasına... Marx, "tüm toplumsal koşulların kesintisiz şekilde sarsılması, sonu gelmez belirsizlik ve hareket, burjuva çağını diğer tüm çağlardan ayırır" diye boşuna dememiş!

Bütün bu hareketten, mülk sahibi sınıfların şu cümlesi kalıyor geriye:

"Her şeyin olduğu gibi kalmasını istiyorsak, her şeyi değiştirmemiz gerek!"

Yönetim mekanizmaları, iktisadi süreçlerin biçimi, havuç ve sopa ilişkileri aynı kalırsa, mezar kazıcılarının uyanacağından korkuyorlar! Belirsizlik ve hareket ile boğmaya çalışıyorlar insanlığı... Her şey değişiyor ve hiçbir şey değişmiyor onlar için!

Bizim ise söyleyecek tek cümlemiz var:

Hiçbir şeyin aynı kalmasını istemiyorsak, her şeyi değiştirmemiz gerek!