"Hep O Bildik Politik Jargon"

Neymiş efendim: Sanatın işlevi tartışması, ortaokul kompozisyon tartışması konusuymuş. Sanat bireyden başlar, bireye hitap edermiş ve zaten böylece toplumsallaşırmış.

Şımarık filozoflar böyle söylüyor.

Arkalarına ABD emperyalizmini, siyasal iktidarı, sermaye desteğini alan 2009 model aydınlarımız, bol keseden üfürüyorlar.

Neymiş, entelektüel sinema diye bir şey dayatılıyormuş topluma… Oysa mesela cemaat sinemacısı Onur Ünlü, başka başka damarlar deniyormuş, ama sinema solcuların tasallutu altında olduğu için kimse dönüp bakmıyormuş. Sol kültür-sanat alanında etten duvar örmüşmüş, bu, fanatik bir baskıya dönüşebilirmiş. Malum gazetenin yazarlarından biri İskender Pala şunları söylüyor:

“Bana göre Kültür Bakanlığı zaten her sanat kurum ve kuruluşuna eşit uzaklıkta/eşit yakınlıkta durmalı, kendisi belirleyici olmadan kültür ve sanat zeminini hazırlamalı, kültürel etkinliklere ideolojik bakmamalı ve devlet bütünlüğüne zarar vermeyecek her fikir yahut görüşe ait kültür sanat etkinliğine eşit yaklaşımla destek vermelidir. İşte bu yüzden ben sol ayağa destek verilmesine değil de sağ ayak neden bu desteği alanlar arasında olmadı diye yakınıyorum.” Akraba, eş, dost Kültür Bakanlığı’ndan tokatladıkları destek yetmedi demek! Onur Ünlü bile daha makul: “Ben bu konuya şöyle yaklaşıyorum: Allah bir filmi izlemek isterse o film çekilebiliyor, istemezse çekilemiyor. Bazen öyle durumlar oluyor ki, birden biri çıkıp önünüze bir çuval para koyuyor ve halloluyor. Böyle adamlar da var yani memlekette…”

Başka kimin önüne bir çuval para koyan adamlar çıkıyor memlekette, siz duydunuz mu?

Yeri geliyor, öfkeden kuduruyorlar… Tarık Akan’a, Fazıl Say’a, Ferhan Şensoy’a filan öfke kusuyorlar. Kamusal alanda “solcu” ya da en genel tanımıyla “ilerici” olarak bilinen sanatçılara açıkça kin besliyorlar.

Bunlar demokratlar ya hani, demokrasileri de kendileri gibi: Ya benimsin, ya toprağın!

Alanı geniş tutuyorlar, zayıf halkaya yükleniyorlar. Örgütsüz ama yürek yordamıyla direnmeye çalışanlara ha babam sataşıyorlar (direnmeye çalışanlar akılla ve siyasetle direnme aşamasına geçemediler maalesef, ama bu ayrı konu).

Şimdi bağımsızlıkçılık, cumhuriyetçilik, aydınlanmacılık filan “düşüş”te ya, mesela Mülkiye’nin kuruluş yıldönümü vesilesiyle Mülkiyeliler’le dalga geçiyorlar: Efendim, Ortodoks Marksizm işgal etmişmiş zaten Mülkiye’yi, oradan mezun olanlar iflah olmazmış. Zaten Alaeddin Şenel pek bir dogmatik ve determinist bir şekilde anlatırmış dinler tarihini, falan filan… (A. Şenel’i gerçekten tanımak için Ahmet Alpay Dikmen’in soL’da bu hafta yayınlanan “Ve Üniversite…” yazısına bakılabilir.)

İlericiler ve solcular “hep o bildik politik jargon”la konuşuyorlarmış. “Emek” diyorlarmış, “aydınlanma” diyorlarmış jakobenizmden besleniyorlarmış… (Bu arada, bilgisayarda yazı yazanlar bilirler, yaygın kullanılan o yazı programının bir sözlüğü vardır, hatalı yazımları ya da ‘yabancı dil kökenli’ sözcükleri çizer, yani altını çizer, yazanı hatasını düzeltmeye veya “yerli” sözcük kullanmaya davet eder. Jakobenizm yazınca, onun da altını çizdi program. Yerine ise “tepeden inmecilik”i öneriyor. Ne hoş değil mi? Bu şımarık filozoflarınki de o hesap: Emek, aydınlanma, jakobenizm yerine hep “demokrasi” karşılığını öneriyorlar! Yoksa çizerler!)

Bu şımarıklar takımının iki üyesi, geçtiğimiz haftalarda yine bu camianın şımarıklarından bir başkasını ağırladılardı bir televizyon programında. Murat Menteş isimli bu türedi yazar, yeni çıkan romanı hakkında konuşuyordu. Programcıların birinin “Sen dingin bir adamsın ama yazdıkların ne kadar hareketli” ifadesine şöyle karşılık verdiydi yaklaşık olarak: “Ben edebiyatta ekşın’ı çok önemsiyorum. Bir otomobil gibi düşünelim her kitabı… Bir yazar saatte 300 kilometreyle giden bir kitap yazabilir ve okur onu saatte 15 kilometre hızla okuyabilir. Ama sen 15 kilometre ile giden bir kitap yazdığında okuru da durdurmuş oluyorsun. O yüzden ben hızlı, oyuncaklı, komik, uçmalı kaçmalı yazmaktan yanayım…19. yüzyıl romanında Victor Hugo’da, Dostoyevski filan hep daha hacimlidir. Uzun uzun şehirler anlatılır, sokaklar, evler tasvir edilir, ince ince anlatılır, çünkü o şehri hiç görmeyecek insanlar da okuyacak o kitabı, çünkü tren yok, uçak yok, internet yok, televizyon yok ama bugün mesela New York deyince ya da safari deyince, uzun uzun New York’u anlatmaya ya da safari için jip var, insanlar, silahları, şapkaları filan diye anlatmazsın, çünkü herkes her gün ekranda bunu görür. Dolayısıyla roman biraz hızlanmıştır, tasvirler seyrelmiştir… İnsanlar bunlara para veriyor ve alıp okuyor, verdiği paranın karşılığını alması lazım. Ben müşteri memnuniyetini önemsiyorum…”

Roman diye bir şey bastırmış ya bir yayınevinden (yayınevi de İletişim!!!), romancı oldu zaar, sallıyor da sallıyor! Romanı otomobile benzetmek ne kadar yüce ve derin bir edebilik taşıyor! Hele de şehirleri, sokakları filan anlatan bir turist rehberine çevirmek, bayağı bir maharet istiyor… E bunun ardından müşteri memnuniyetine geçmek ise şaşırtıcı değil!

Şimdi, burada romanından parçalar da sunmak isterdim ama, meğer bu aynı zamanda şairmiş, bir şiirini paylaşayım istedim bu yüzden:

Allah’ım kaderimde anarşi ve protesto
antidepresanlar ve içi boş bir gardırop
ne de çok yer kaplıyor mesela Al Pacino
yardımın gerekiyor Kadıköy’deyim stop.

Allah’ım kaderim bu sentimental ambargo:
Alternatif referans potansiyel salvo yok,
sadece klostrofobi, hicran türbülans ve şok
cariyeler çekilmiş yeraltına cumburlop.

Allah’ım kaderimi sen yazdın sen bilirsin
kalbim oyuncak mı ne, ne kolay kırılıyor?
“Deplasmandır bu dünya” diyor albino şeyhim
plasebo yutturuyor bana depresif doktor.

Allah’ım kaderimden şikayetçi değilim
aksine bahtiyarım evrende bana da rol
verdiğin için şahsen, Allah’ım bizler senin
falsolu kullarınız, n’olur bizden razı ol.

Alın size şiir.

Bu Murat Menteş, İsmet Özel’in yetiştirmesiymiş. Hani şu bir zaman “ağlamadan / dillerim dolanmadan / yumruğum çözülmeden gecenin karşısında / şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı / üzerime yüreğimden başka bir muska takmadan / konuşmak istiyorum” dizelerini yazan Özel’in… “Kabaramazsın kel Fatma / annen güzel sen çirkin” diye bir tekerleme geliyor aklıma bu türedi için ama durumu tam karşılamıyor. Düzeyi ve niteliği tartışılır gerçi, yine de, İsmet Özel bir ara denediydi hiç değilse, yoruldu, aklını tüketti, döndü… Çözüldü yumruğu.

Bu şımarık filozofların bir özelliği daha var. Siyasal alanda “burun kırma ittifakı” üzerinde yoğun bir şekilde çalışan ağababalarının yöntemini onlar şöyle uyarlıyor: Sanat ve kültür alanında egemen sınıfın baskı aracı olarak kapitalist devlet mekanizmalarını sorgulayan bütün solculara kucak açıyorlar… Devleti sınıfsal perspektifle ele alamayan liberalizmle iğdiş olmuş solcular da bu kucağa çekiliveriyorlar. Ama bizim şımarıklar hep tetikte. Kâh bu solcumsuların dergilerine ilanla para desteği yaparak satın alma ve susturma operasyonuna girişiyorlar, kah “Allah’ın gazabı” ile korkutuyorlar. “Ezberlerinizi bozun, ötekileştirmeyin, kabullenin” diyorlar.

Hedefleri gençlik, hiç kuşkunuz olmasın. Genç kuşakları bu korku sarmalına hapsedip, yani aç kalma ve gazaba uğrama sarmalına, kendi söylemlerini dayatıyorlar.

“Hep o bildik politik jargon” diye sola saldırıp, hep o bildik politik jargonlarıyla kirletmeye, çürütmeye, akıl fenerini söndürmeye devam ediyorlar.

Bazıları da bunu ilerleme ve özgürleşme sanıyor.

Benim şiir diye yukarıdakileri yutmaya niyetim yok. İlerleme ve özgürleşme diye akla, eşitlik, özgürlük, kardeşlik ütopyasına küfür edilmesine de tahammülüm…

Şımarıklar, sağ olsunlar, bu şımarıklıkla ortaya koydukları performansla, memleketi ve halkımızı nasıl bir karanlığa sürüklediklerini ayan beyan ortaya koyuyorlar.

Hala aymazlıktan kurtulamayanlara bir de şu şekilde anlatmalı belki:

Sokrates’e atfedilen bir söz vardır hani, “Bildiğim bir şey varsa, o da hiçbir şey bilmediğimdir” sözü…

Belki bu devirde hazin bir şekilde ters yüz etmek gerekiyor bu sözü:

Bilmediğimiz bir şey varsa, o da bildiğimizi sandıklarımızdır…

“Hep o bildik politik jargon”a, emeğe, aydınlanmaya, akla, toplumu ve hayatı değiştirme iradesine, gericiliğin köküne kibrit suyu dökmek için akla, yüreğe, memlekete gerçekten sahip çıkmanın zamanıdır!