Güncellik sanata “yansıyacak” mı?

Güncelliğin bilgisi birikime nasıl dönüşür?

Güncelliğin karmaşası, tarihsel önem taşıyan olgulara ulaşmak üzere nasıl sadeleştirilebilir?

Güncelliğin ortaya koyduğu eğilim ve yönelimler nasıl ayrıştırılabilir bu eğilim ve yönelimler bireyde nasıl tezahür eder?

Eskilerin tabiriyle “ehem” ile “mühim” arasına ayrım çizgileri nasıl çekilebilir?

Herhangi bir önem sırası arayışına girmeden, bu soruların yanıtlarının, siyaset, kuram ve sanat alanlarında yattığı söylenebilir.

19. yüzyıl da, 20. yüzyıl da bu saydığım üç bacağın, sorulan sorulara nasıl yanıtlar ürettiği konusunda zengin örneklerle dolu. 19. yüzyıl Fransa’sı, yoğun siyasal mücadeleler kadar zengin bir edebi üretime de sahne olmuştu benzer bir olgu dönemin Rusya’sında da gözlenebilir. Fransa’da Stendhal’den Balzac’a, Zola’ya Rusya’da Puşkin’den Gogol’e, Çehov’dan Dostoyevski’ye, Tolstoy’a hayatın anlamı, bir yeniden-üretim olarak edebiyat alanında yoğun bir şekilde sorgulandı ve yeniden yaratıldı.

Bilinir, bu dönemin İngiltere ve Almanya’sı, ekonomi-politik ve felsefe alanlarındaki üretimlerin öne çıktığı coğrafyalardı.

Resim, heykel ve tiyatrodan tutun bilimsel sıçramalara kadar, bu dönemde yine yoğun bir hareketliliğe ve üretime rastlayabiliyoruz.

Bu yoğunluk, tarihçiler açısından “devrimler çağı” olarak nitelenen bir dönemin resminin ana hatları arasında yerini alıyor. Eşzamanlı olmamakla birlikte, dinamizm, arayış ve anlamlandırma çabasına yataklık ediyor ve önemli sanatsal üretimlerin zeminini oluşturuyor.

Türkiye için de benzer notlar düşülebilir. Toplumsal dinamizmin yükseldiği dönemler, sanatın da bu dinamizmi anlamlandırmaya yöneldiği özel yoğunlaşma kesitlerine işaret ediyor.

Dinamizmle eşzamanlı olmamakla birlikte…

Örneği sinema alanından verebiliriz:

1950’lerin Türkiye’si, Demokrat Parti’li Türkiye, küçük Amerika olmaya soyunan, emperyalist askeri kurumlaşmalara dahil olan, ülke içinde emek sömürüsünün çıta yükselttiği, yaşanan göçler şeklinde tezahür eden yoğun bir nüfus hareketliliğinin göze çarptığı, yeniden-şekillenen toplumsal sınıfların kimlik kazandığı yıllara sahne oldu.

Sinemamızın bu dinamizme yanıt verişi ise, Lütfi Akad’ın 1952 tarihli filmi “Kanun Namına”dan başlayarak seyreltik, 1960’lara gelindiğinde ise Metin Erksan’ın Suçlular Aramızda’sından Duygu Sağıroğlu’nun Bitmeyen Yol’una, Ertem Göreç-Vedat Türkali’nin Karanlıkta Uyananlar’ından yine Metin Erksan’ın Gecelerin Ötesi’ne kadar, özellikle toplumsal yapının yeniden-şekillenişini anlamaya çalışan eserlerle gerçekleşti.

Dolayısıyla, 1950’lerdeki toplumsal-siyasal dinamizmin, 1960’larla birlikte sinemaya yansıdığını, anlaşılabilir ve işlenebilir hale geldiğini görüyoruz.

Bu “gecikme”de Türkiye’de sinemanın kendi gelişim serüveninin payı olduğu kadar, 27 Mayıs’ın ertesinde görece nefes alınabilir bir ortamın oluşması, entelektüel bir canlanmanın yaşanması, uluslararası konjonktürün vb. payı da var elbette.

2000’lerin Türkiyesi için durum ne peki?

1950’lere rengini veren Demokrat Parti ve Menderes hükümetiydi. 2000’leri de benzer bir açıdan AKP ve Tayyip Erdoğan on yılı olarak nitelemek mümkün.

2000’lerde neler yaşandığı, uluslararası ve ulusal ölçekte ne tür gelişmelerin (gerilemelerin!) yaşandığı bilgisi, henüz taze…

Bu tazelik, bugün sanatsal üretim alanında yaşanan kısırlığın ve niteliksizliğin açıklaması da olabilir mi acaba?

Bugünün sanatçısı, hangi sanatsal üretim alanı olursa olsun, bugüne dair söz söyleyememesi ile tarihe geçecek gibi görünüyor. İlk on yıllık üretim, sanatçının güncellikten kaçışının on yılı gibi bir manzara ortaya koyuyor.

Bugünün “ortalama” sanatçısının Türkiye’de gördüğü, bir keşmekeşten ibarettir.

Güncellik, sanatçının zihninde “uzak durulması gereken bir hayhuy ve kapışma”dan ibaret gibi görünüyor.

Nesnellik, 2000’ler söz konusu olduğunda, ‘suç’un patlama yaptığı, gericiliğin toplumsal ölçekte yaygınlaştığı, yeni-zenginlerin ortaya çıktığı, sadaka kültürünün renk vermeye başladığı, yalan-iftira-hakaretin doludizgin aktığı, yoksullaşmanın, toplumsal çürümenin dizginlerinden boşandığı bir on yıla işaret ediyor.

Siyasal alanda nelerin yaşandığı bilgisi de henüz çok taze: Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinden sarsıldığı bir dönemdeyiz.

Tüm sanatlara girmeyelim şimdilik ama sinemaya baktığımızda, bu on yılın hazin bir suskunluk on yılı olduğunu görmek mümkün. Bir elin parmaklarının sayısını zorlayarak aşabilecek sayıda değerli yapım memleketi ve insanını anlamaya çalıştı ve onlar da bir başka suskunlukla, piyasanın izole ettiği bir suskunlukla boğuldular.

Şahsen sinemada “tür” kavramlaştırmasını hiç benimsememekle birlikte, sırf bu pencereden yaklaşılsa bile, polisiyeden siyasi gerilime, kara filmden politik aksiyon filmlerine kadar (politikliği “devrimcilik” anlamında kullanmıyorum) ciddi bir üretime olanak veren bir zenginlikle karşı karşıyayız.

Lakin, yok.

Sosyalist sinemacıların dahi, güncellikle boğuşmak yerine, tarihe yelken açtıklarını, bir eğilim olarak tespit etmek mümkün.

Girişteki birkaç cümleyi yeniden alalım buraya:

Güncelliğin bilgisi birikime nasıl dönüşür?

Güncelliğin karmaşası, tarihsel önem taşıyan olgulara ulaşmak üzere nasıl sadeleştirilebilir?

Güncelliğin ortaya koyduğu eğilim ve yönelimler nasıl ayrıştırılabilir bu eğilim ve yönelimler bireyde nasıl tezahür eder?

Eskilerin tabiriyle “ehem” ile “mühim” arasına ayrım çizgileri nasıl çekilebilir?

Herhangi bir önem sırası arayışına girmeden, bu soruların yanıtlarının, siyaset, kuram ve sanat alanlarında yattığı söylenebilir.

Siyaset ve kuram alanlarında Türkiye’de göreli bir canlılıktan bahsedilebilir.

Peki ya sanat?

Yeni bir 27 Mayıs mı beklenecek? Bir SSCB’yi mi arayacağız?

Bugünün üstüne gitmek, siyasi çözümleme kapasitesini geliştirmiş ve memlekette ve dünyada ne olup bittiğini anlamaya çalışan bir aklı, cüreti ve cesareti örgütlemekten başka yol yok gibi görünüyor.