Gerekli Olan Hangisi: Sanat Tarihi mi, Sanatçılar Tarihi mi?

Sevgili okuyucu, sen bu yazıyı okurken, memleketin dört bir yanından emekçiler, öğrenciler, ev kadınları, aydınlar, Ankara’ya, Tekel işçileriyle dayanışmak, gerici-işbirlikçi hükümete hesap sormak, örgütlü bir halkın nelere kadir olduğunu göstermek üzere yollara dökülmüş durumdalar (okuma saatine göre, belki de döndüler evlerine!).

Sen bu yazıyı okurken, (“sen” hitabıma takılma lütfen, samimiyetime ver), evet, sen bu yazıyı okurken, bu ülkede yaşayan halklar arasına ekilen düşmanlık tohumları filizlenmeye devam ediyor. Kürt halkını temsil iddiasıyla siyaset yapmaya soyunanlar, gözaltındalar, tutuklanıyorlar karşı hamle yapmaları ve işlerin iyice çığırından çıkması için köşeye sıkıştırılıyorlar.

Evet, sevgili okuyucu, sen bu yazıyı okurken, Bursa’da sırf işçi oldukları için ölen 19 maden işçisinin aileleri yeniden yaşama tutunmaya çalışıyor, maden sahibi patronun “kan parası”yla.
Sen bu yazıyı okurken, istihbarat alanında, sermaye devletinin kendi içindeki kapışma devam ediyor yeni hamleler planlanıyor, gardlar alınıyor. Türkiye Cumhuriyeti patlamakla içine doğru çökmek arasındaki tarihsel salınımına devam ediyor.

Bu yazıyı okurken sen, Irak’ta direniş sürüyor, pazarlıklar arasında… Filistin’de kamplarda bir ölüm-kalım savaşında bir halk… Latin Amerika’da ABD tezgâhlarında pişirilen savaş senaryolarının tamtam sesleri kulakları tırmalamaya devam ediyor…

Sen bu yazıyı okurken bunlar ve daha yüzlercesi oluyor, milyonlarca insanlık dramı bunlara eşlik ediyor da, ben yazarken neler oluyor?

Yine bunlar!

Memlekette ortalık toz duman, dünya, insanlık acı içinde, ben soruyorum:

Gerekli olan ne: Sanat Tarihi mi, Sanatçılar Tarihi mi?

“İyi halt ediyorsun” deyip bir de küfür sallamıyorsanız (bunu ben yapıyorumdur belki, kim bilir!), derdimi anlatmaya çalışayım.

Memleket ve insanlık bu durumdayken sanat ne yapabilir, sanatçı / sanatçı adayı ne yapabilir?

Derdim bu.

Bir tarafta müşkülpesentler, zor beğenenler yani gücünüz, formasyonunuz yettiğince ağzınızla kuş tutsanız bir eksik, bir yanlış, bir yetersizlik bulmaya adeta yeminli bir alımlayıcı kümesi… Bir tarafta piyasa denen canavar, geçim derdiyle sanatsal yaratım arasına duvarlar ören, kendine biat edilmesini bekleyen, biat etmeyeni öğütüp un ufak eden bir mekanizma… Bir başka tarafta seslendiklerinizin sesinizi duyamaması için harıl harıl çalışan kültürel kakofoni, yırtınsanız bile başını çevirip size kulak verecek neredeyse kimse yok, yetmiş milyonluk bir nüfus düşünüldüğünde devede kulak bile olamayacak bir kümeden bahsetmiyorum. Öbür tarafta demokrasici, çevreci, insan hakları’cı, ideoloji avcıları: İşin içine “başkalarının acıları ve umutları”nı kattınız mı diş gıcırtıları arasında “siyaset yapıyorsun, olmaz” veya “ama türban konusunda niye bir şey demiyorsun” diye efelenen ‘kalçırıl stadi’ tedrisatından geçmiş liboş-gerici kültür polisleri… Ortada da yaratıcı emeğini kuvveden fiile çevirmeye niyetlenen ama gerekli zamanı ve olanakları bir araya getirmek için nereden başlayacağını bilemeyen sanatçı / sanatçı adayı.

Bu devirde sanatçının işi çok zor, diyeceğimi sanıyorsan aldanıyorsun sevgili okuyucu!

Çünkü, bu durumda, Tarih’i yardıma çağırmakta sonsuz fayda var ve şu soru gayet meşru: Peki bunlar bugün birer vakıa da, örneğin “büyük sanatçılar”ın damga vurduğu 20. yüzyılda durum neydi?

Evet, böyle yapalım: Geçen yüzyıla göz atalım, daha eskilere gitmeye gerek yok.

İki tane dünya savaşı 1930’larla birlikte tüm Avrupa’yı kasıp kavuran faşizmler Üçüncü Dünya ülkelerindeki diktatörlükler iç savaşlar teknik gerilikle de birleşince etkisi katlanan yoksulluk, açlık, hastalıklar tüm dünyayı sarsan iktisadı krizler emperyalizmin Soğuk Savaş saldırısı… (Ekim’den ve Sovyetler’den bahsetmedim, küçümsediğim filan sanılmasın. 20. yüzyılda sanatçının sanatçı kalabilmesinde katkısı tartışılmaz. Ama bu yazıda başka bir meseleye vurgu yapmak istiyorum.)

Demem o ki, kimin yüzyılı daha zorlu diye yarışa girmeye gerek yok. Herkesin yüzyılı kendine:

— Uyumak şimdi, / uyanmak yüz yıl sonra, sevgilim…
— Hayır,
kendi asrım korkutmuyor beni
ben kaçak değilim.
Asrım sefil,
asrım yüz kızartıcı,
asrım cesur,
büyük
ve kahraman.
Dünyaya erken geldim diye kahretmedim hiçbir zaman.
Ben yirminci asırlıyım
ve bununla övünüyorum. (…)

Nâzım’ın çok bilinen Yirminci Asra Dair şiirinden bu alıntıyı yapmaktaki niyetim şu:

Başlıktaki soruya dönersem, bugünün sanatını yaratabilmenin koşullarını tartışabilmek, ya da başka bir ifadeyle bugünün sanatının üzerine basacağı zeminin etüdünü yapabilmek için, Sanat Tarihi’nden değil, ama Sanatçılar Tarihi’nden beslenmek gerektiğine inanıyorum. Bir icat değil elbette ama yöntemsel bir çubuk bükme hamlesi nedeni var…

Toplumsal hayatı yaratan insan ise, bunu biliyor ve buna inanıyorsak bu insan bir soyutluk değil, somut koşullar içinde yaşayan, belirli bir toplumsal sınıfa mensup, belirli toplumsal ilişkiler kuran, değiştiren ve değişen somut insansa, şu resmi ya da bu müzik eserini, o romanı ya da filanca filmi, yaratıcısının içinde devindiği koşullar üzerinden değerlendirmek, sanatı soyut form tartışmalarından çıkıp, somutluklar üzerinden yeniden tartışmak ve değerlendirmek zamanıdır.

20. yüzyılın büyük sanatına bu zeminden yaklaşıldığı zaman, yani, insanlığa hayatı anlama, sorular sordurma, boyunduruklarından kurtulup özgürleştirme yolunda güç verebilen, eşitliğe, kardeşliğe, barışa yürüyüşe can veren sanata bu zeminden yaklaşıldığı zaman, bugünün toz dumanı içinde kendini kaybolmuş ve güçsüz hisseden sanatçı / sanatçı adayı için kendi konumunu panikle veya ürküntüyle değil akılla yeniden değerlendirme olanağı da oluşmuş olacak.

Büyük sanat, belki gereksiz ama yine de vurgulayalım, altını tekrar tekrar çizelim, kendinden menkul soyut sanat şaheserleri olarak “oluşmadı”: Çalışan, emek veren, derinleşen, kendini geliştiren, tartışan, örgütlenen, reddeden, mücadele eden, belki bazen bocalayan ama umudunu hep koruyan, hata yapma korkusuyla yerinde saymayan o somut sanatçının yaratıcı emeği ile şekillendi.

“Ben kaçak değilim” diyerek kendi çağına meydan okuyan ve değiştirmeye soyunan sanatçının toplumsal sorumluluk bilinci, siyasallaşmış aklı ve yüreği, yaratıcı emeği ile bütünleşti.

Bugün post-modernist piyasa estetiğinin yağmalayıp reklamlarda, grafik tasarımlarında, güncel-çağdaş sanat, yaratıcılık diye kötü taklitlerine bizi boğduğu o güzelim şiirler, o besteler, o filmler, romanlar, heykeller, tiyatro oyunları, mimarlık şaheserleri, çağına meydan okuyan ve güncelliğin üstüne yürüyen sanatçının eserleri oldu.

Ve hiç biri boşuna yaratılmış olmayacak, bugünün sanatçısı / sanatçı adayı / alımlayıcısı bu mirasa sahip çıkarsa, çağına meydan okuyup, güncelliğin üstüne yürürse…