Fazıl Say’a Mektup

Sayın ve sevgili Fazıl Say,

Size "sayın" diye mi, "sevgili" diye mi hitap edeyim bilemedim, o nedenle ikisini de kullandım. İkisi arasında ne fark var? Saygı da, sevgi de liyakat ile ilgili kuru bir hitap gibi değil de, hak edilmiş bir bağlamda kullanmak lazım. Sizin saygıyı da, sevgiyi de hak ettiğinizi düşündüğüm için, ikisini de kullanıyorum.

Yine de şunu ekleyeceğim, ikincisi daha bir sıcak geliyor bana...

Bilinçli bir klasik müzik dinleyicisi değilim. (Klasik müzik ifadesinin çok genel geçer ve pek de doğru olmayan bir tanımlama olduğunu bilsem de, bu mektupta böyle kullanmaya devam edeceğim.) Lise ve üniversite çağlarımda rock ve blues ile, son yıllarda da caz ile daha fazla haşır neşir olduğumu söyleyebilirim.

Klasik müzik dinlemeye devam etmemde ise, sizin de bir payınız var. Anadolu'ya yaptığınız "çıkarma"lar, fantezi-pop müzikle iğdiş edilmiş kulaklara klasik müzikle seslenmek için arayışlarınız, dik başlılığınız...

Virtüözleri pek tanımam, Svyatoslav Richter'i, Oistrakh'ları filan bilirim de, ötesine pek geçemedim. Sovyetler'e duyduğum yakınlık, hayranlık belki de, onlarla daha çok ilgilenmeye sevk etti beni herhalde.

Neyse, sizin düzeyinizde formasyon sahibi biriyle müzik sohbeti yapmak keyifli olabilir, öğretici olur benim için en azından ama bu mektubu onun için yazmıyorum... Size, bu mektubu yazan kişiye dair ipuçları diye düştüğüm notlar olsun bunlar...

İnsanın tanımadığı birine mektup yazması zor. Daha doğrusu, mektubu alacak olanın tanımadığı birisinin, o kişiye mektup yazması zor.

Gerçi tanımak ne demek ki zaten?

Aynı memlekette yaşıyoruz ama benden daha çok ülke gördünüz yeryüzünde...

Aynı havayı soluyoruz ama yaşadığımız semtler farklı belki...

Aynı insanlarla rastlaşıyoruz, sokakta, kafelerde ama sizin yüz yüze geldiklerinizin bir kısmı ile ben hiç karşılaşmamışımdır muhtemelen, benimkilerle de siz...

Aynı günlük gazeteleri alıyoruz elimize büyük ihtimalle belki magazin eklerine göz atıveriyoruz aynı şekilde, belki de kağıt israfına üzülüyoruz...

Akşam olunca hüzünlenmiyoruz belki, ama tv başında haberleri izlerken, muhtemelen ortak öfkeler boğazımızda düğümleniyor.

Aynı yıl doğmuşuz benzer bir karanlıktan geçtik bugüne gelene kadar. Karanlığın yoğunluğu seyreldi mi, koyuldu mu bilinmez!

Ve bazen "buramıza" geliyor, aynı şekilde "gideceğim buralardan!" sözcükleri dökülüyor ağzımızdan...

(Meğer bayağı tanışıyormuşuz!)

Uzattım galiba sadede geleyim...

Deniz Baykal'a mektubunuz, bana bu satırları yazdıran.

Bir ülkenin halkını, halklarını anlama çabanız ve bundaki samimiyet ve ısrarınız, çok değerli. Israrınız, eğitimsiz, yoksul insanlar için, buna nasıl ihtiyaç var! Sefil polemikler boyunca malzeme edilen emekçi halk için ısrarcı olmak ne kadar değerli.

"Onlar ki uyup, hainin iğvasına / sancaklarını elden yere düşürürler / ve düşmanı meydanda koyup kaçarlar evlerine / ve bir nice mürtede hançer üşürürler / ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan, / ve ana avrat küfreden ki onlardır / destanımızda yalnız onların maceraları vardır (...)"

Öyle ya, Nâzım da sahip çıkıyordu emekçi halkına... Memleketini sevdikçe cefasını çekti daha çok sevdi, daha çok çekti... Sabrınıza da hayranım, bu arada onu da söylemeden geçmeyeyim: Frankfurt Kitap Fuarı gündeminde de, sonrasında "Nâzım'ın sırtından para kazananlar" gündeminde de ne kadar alttan aldınız. "Karanlığa karşı direnç göstermeye çalışanları ezmeye çalıştıkları"na dikkat çekmeniz de değerliydi.

Neyse, sizin mektubunuza geri döneyim.

Hesap sormaktan kaçınmamanız da önemli bir erdem bence. "Sorumlusu sizsiniz!" diye seslenirken Baykal'a, belki de Cumhuriyet sonrası tüm bir siyasi tarih geçmiştir gözünüzün önünden. Sizin satırlarınızı okurken, benim geçti... Menderes'i de, Demirel'i de, Türkeş'i de, Erbakan'ı da, Özal'ı da, İnönü'sü de... İnönü deyince, Nâzım'ın '38'de içeri girişi ve '50'de çıkışı dönemine denk gelen baba İnönü'yü kastetmiyorum Metin Altıok Ağıtı'nı yazmanıza vesile olan kavurucu olay esnasında başbakan yardımcısı olan İnönü'yü kastediyorum.

"Politika yaptığımı" düşünmemenizi rica ederim. Bir paragrafta politikacı adlarını sıralayıp, hepsini eşitleyip defter dürmeye çalışmıyorum ucuz pehlivan gibi...

"Sorumlusu sizsiniz" cümlesini başka türlü okuyamıyorum.

Sizinle ayrıştığımız, ortak tarihimizin yollarının çatallandığı noktalardan biri, burası. Cumhuriyete sahip çıkmakla, ona karakterini veren sistem ve kişilere sahip çıkmak arasında bir açı var benim için... Yanlış anlaşılmasın, size "sisteme sahip çıkıyorsunuz" filan demiyorum. Sadece ben sahip çıkmadığımı özellikle söylemek istiyorum, tam da mektubunuzdaki muhatabınız, Baykal'ın, bu sistemin bir ürünü olduğunu düşünmeden edemediğim için. Nâzım hani bir şiirinde diyor ya (ha babam Nâzım alıntısı yapmak gibi bir duruma düştüm galiba, kusura bakmayın, ben ne yapayım, güzel söylemiş!): "(...) akşam nerede bitiyor nerede başlıyor şehir / şehir nerede bitiyor sen nerede başlıyorsun / ben nerede bitip nerede başlıyorum?"

Sermaye düzeni nerede bitiyor, Baykal nerede başlıyor ya da emekçi halkımız nerede bitip, memleket nerede başlıyor, birbirine karışıyor benim için!!!...

Sizi ilgilendirir mi bilmem, ben o Baykalgillerden hiç ümitlenmemiştim zaten. Sol-laik oylar bölünmesi gibi bakamadım pek o kayıkçı kavgalarına da. (Hoş, siz de mektubunuzda ne Baykal'ın parti liderliği, ne de Kılıçdaroğlu'nun adaylığı değildi umursadığımız diyorsunuz. 'Toplanalım psikolojisi' ile mecbur kaldığınızdan bahsediyorsunuz...) Ben biraz daha ileri gidip, "onlar birleşse ne olur?" diye soruyorum, kendime de, kimi dostlarıma da... Birlikten kuvvet doğar derler ya, ben tersini de düşünmeye meyilliyim: Birlik, kuvvetten doğar! Kuvvetin kaynağı, akıl, yürek, emek, örgüt...

Amacım, tüm samimiyetimle söylüyorum, sataşmak, akıl vermek filan değil.

Hele size, asla... Ayrıştığımız noktalar olsa da, samimiyetinize inanıyorum çünkü. Verdiğiniz emeğe, emeğinizi toplumla buluşturma çabanıza da:

"Sanat eski gücünü yitirdi mi?" diye tartışıyoruz sık sık kendi aramızda... Ne tesadüftür, tartışmalarımız hep sizin çıkışlarınıza tosluyor! Sermayenin sanat eserini metalaştırması zaten bilinen bir süreç, ama özellikle son otuz yıldır, hani şu "yeni dünya düzeni" lafları edilmeye başlanalı beri, sermayenin kültürel alanı tamamen işgal ettiği, sanatsal yaratım sürecini sponsorlukla destekler gibi gösterip, aslında kendi başına ayakta durma yetisini elinden aldığını sanatçının sözünün kamusal alanda eskisi gibi etki bırakmadığını tartışırken, bir bakıyoruz, sizin bir açıklamanız geliyor: "Buradan gideceğim" diyorsunuz mesela, gündem oluveriyor. "Yanılıyor muyuz yoksa?" diyoruz... "Sanatın da, sanatçının da gücü tükenmedi galiba hala demek ki" diyoruz...

Böyle yanılmaya can kurban.

Çok uzattım.

Böyle bir ilk mektup, çok uzatılmamalı... Tadında bırakmalı.

Hem belki bir gün, yüz yüze oturup "hem nalına, hem mıhına", tartışabiliriz.

Şimdilik tek söyleyeceğim şu: Elinize, aklınıza, yüreğinize sağlık...

Sağlıcakla kalın...