Devrim Şart!

Kadıköy’ün göbeğinde bir devlet hastanesi…

Acil servise gidiyorsunuz, hastanız var, durum netameli, bilememekten, anlayamamaktan kaynaklanan makul bir telaşınız var. Gerçekten acil yani…

Kayıt kuyut derken acildeki nöbetçi doktora muayene sırasına giriyorsunuz: Hastanızın derdinin bir an önce dineceği beklentisi ve umuduyla. (Muayene odalarının tamamının kapısında MUAYANA yazması sizi şaşırtıp tedirgin edebilir, takılmayın. Oraya imla kılavuzluğu yapmak için gitmediniz ya! “Hizmet”te kusur etmeseler bari, diye iç çekmek serbest.)

Bekle Allah bekle… Acil ya!

Sonra sıranız geliyor ve fakat diyelim ki, muayenede karşınıza çıkan doktor, sizinle mesafeli… Yani, sizi tanımıyor, bir gıcığı da olamaz ama araya mesafe koyuyor, biraz “uzaktan” ilgileniyor. Refakatçilerle yakından ilgilenmesine gerek yok elbette ama hastanızı muayene etmemesi garip gelmez mi size?

Sözlü sınava gelmedi ya bu insan, hasta, bir derdi var!

O an zihninizde bir şimşek, çakası var bir halde kendini hissettiriyor ama yediremiyorsunuz: Acaba, hastanız “bayan” olduğu ve doktor bey de haliyle “bay” olduğu için muayene etmemiş olabilir mi? Namahreme el uzatmak sığar mı dine imana? Sığmıyor, gördük…

Neyse, “ideolojikleştirmeden” devam edelim… Belki canı istememiştir, olamaz mı! Doktor da bir insan sonuç olarak.

Geçelim.

Geçiyoruz tahlil için kan alınacak… Sonra serum bağlanacak.

Bağlıyoruz derken bağlayamıyoruz. Yani, serum iğnesini takarken iğneyi düşürüveriyor yere sağlık emekçisi kardeşimiz… Hem kardeşimiz, hem emekçi, saygımız sonsuz.

Siz yeni iğne beklerken, o da ne, yaradana sığınarak ciğerlerinin tüm gücüyle (o saatte ciğerin o kuvveti yine de göz yaşartıcı) bir üfleyip takıveriyor iğneyi ilgili damara!

“Ama” filan demeye kalmadan…

“Kardeş o iğne yere düştü, olur mu böyle?” diye sormak salaklığını yapmasaydınız iyi olurdu ama, diyelim ki yaptınız… Karşısında alacağınız yanıt şu: “O-hoo, o kadardan bir şey olmaz. Ondan bulaşacak mikroba gelene kadar…”

Şimdi, hekim kardeşlerimiz, ağabey ve ablalarımız, bizi gerçekten de o kadardan bir şey olmayacağına ikna etmeye kalkmasın sakın. Hasta, hatta hasta yakını psikolojisi diye bir şey var ne yani, yok mu?

Ki mesele tam olarak psikolojik de değil, fiziksel ve kimyasal ve vesaire:

Yerler kusmuk, kan, çamur içinde… Temizlikle görevli müstahdem kardeşlerimiz, kafa tokuşturmaktan bitap düşmüş olabilirler, bir de gecenin o saatinde paspas mı yapacaklar?

Serum takıldı ya, ona da şükür…

Sonra bir ara refakatçilerden biri tuvalete gitmeye kalkıyor.

Bak şu aptallığa!

Hastane orası, umumi tuvalet değil ya, elbet pis olacak!

Oradaki bir müstahdeme yöneliyorsunuz, o kafa tokuşturmadığı için zihni biraz daha berrak: “Hangi birine yetişeceğiz abla?” diye soruyor. “Tuvalet kullanmasını bilmeyene mi kızayım, onların doğru dürüst eğitim görememelerine mi, bu hastaneleri bu hale getirenlere mi…”

Hastasının yanına dönmek için haliyle uzaklaşırken soruların muhatabı, müstahdem amca sorularını sıralamaya devam ediyor. Sesi giderek uzaklaşıyor, zayıflıyor…

Biz hastamızın yanına dönelim… Serum takılı halde bırakmıştık kendisini geldik işte…

Epeyce bir vakit geçti bu arada ve serum bitti. O aparatın adı neydi, branül yanlış hatırlamıyorsam, branülden, serum torbasından gelen ucun çıkarılması lazım haliyle… Müşahede katındaki nöbetçi doktora sesleniyorsunuz, “çıkarırız tamam” diyor.

Bekliyorsunuz.

Hala çıkarılmadı.

Kan gelmeye başlıyor artık, serum torbasını kan vermeye gelindiği duygusuyla, geri kanla doldurmak ister gibi bir hali var doktorun. Kan verme amacıyla gelmediğinizi ihsas ettirmek maksadıyla, serum işleminin bittiğini tekrar hatırlatıyorsunuz ki doktor Badembıyık “canım ne olacak azık kan geldiyse?” deyiveriyor size “bir şey olmaz o kadar kandan…”

Siz savunmaya geçiyorsunuz, en iyi savunmanın atağa geçmek olduğunu hayat orada bir kez daha gösteriyor size. Doktor, kalkıp o işlemi yapmak yerine, ısrarla o kadarcık kandan bir şey olmayacağını anlatıyor size…

Nefesiniz tükeniyor, içiniz darlıyor hazret gelip çıkarıyor nihayet…

Şükür! Çok şükür! Hep şükür!

Tahlil sonuçlarını serum bittikten sonra ilk muayeneyi yapan doktora göstermeniz lazım, yine sıradasınız, “acil” sırasında, sırada bir “şükür” muhabbetidir gidiyor.

İki emekçi kardeşimiz tartışıyorlar, şu güncel meseleyi: Yok “çözüm paketi” değil, ETÖ filan da değil yahu, şu kapalı alanlarda sigara yasağı konusunu… Bir tanesi haykırıyor, ateşlenmiş gibi… Yok, hastalık semptomu manasında değil, AKP’yi savunma ateşi bu:

“Kapatacaksın tabi o pislik yuvalarını” diyor, kastettiği kahvehaneler, “sabahtan akşama kadar gidip okey oynuyorlar”. Diğer işçi kardeşimiz, eşi de kapalı hani, “Canları istediğinden mi gidiyorlar?” diye soruyor. Ateşli, “e tabi, çalışmak yerine okey oynamak daha kolay” demez mi?

Diğeri sinirleniyor: “Kardeşim bu ülkede kaç tane işsiz var, biliyor musun?” diye soruyor. İşsizlik oranı, krizde işten çıkarılanlar filan diye anlatmaya başladığında ateş cambazı lafını kesiyor: “Kardeşim çalışana iş mi yok? Hem hallerine, maaşlarına şükür etmeyecekler, hem de…”

“E tamam” diyor öteki, “kahvehanelerden kaç kişi geçiniyor biliyor musun?”

Bu arada sizin dikkatiniz dağılıyor, zira, epeydir sırada bekliyorsunuz ama sıra bir türlü ilerlemiyor. Sonra dikkatinizi çeken bir şey oluyor: Bir takım mütedeyyin kardeşlerimiz, mahremleriyle birlikte ha babam girip çıkıyorlar doktorun odasına… Sıra meğer bundan ilerlemiyormuş, tam içinizden “kardeşim doktorun bizimle de ilgilenmesi için bizim de mi başımızı örtmemiz lazım?” diye bir düşünce geçerken, fark ediyorsunuz ki, pek “iç”inizden olmamış bu düşünce, ekspres etmişsiniz meğer düşüncenizi, dışavurumculuk bir nevi!

(…)

Böyle böyle sabahı ediyorsunuz…

Hastanıza teşhis konamadığına mı, MUAYANE odası ifadesine mi, yerlerdeki kan, kusmuk, çamura mı, yarım saatte bir bıçaklanma, kurşunlanma filan gibi nedenlerle acile gelen bitirim lümpen proleterlere mi, bu bitirimlerin tedavi sonrası gecenin dört buçuğunda arkadaşlarını arayıp pek hareketli bir film seyretmişler de onu anlatıyorlarmış gibi şöyle koyulta koyulta başlarından geçenleri anlatmalarına mı, gecenin bir yarısında bile yüzlerinden aydınlık akan sağlık çalışanlarının sayısının ne kadar azaldığına mı, hastane panolarında bir tane bile sendika afişine rastlayamamanıza mı, neye şaşıracağınızı, neye üzüleceğinizi, neye öfkeleneceğinizi ayrıştırmaya çalışırken, aklınıza gelivereni mırıldanıyorsunuz kendi kendinize:

Devrim şart!

Mırıldanmayı örgütlü bir haykırışa çevirmeden olmuyor, olmayacak:

Devrim şart! Şart oğlu şart!

Not: Bu konuyu yazmaya niyetim yoktu bu hafta elbette… Ama zorla “yazdırdı” kendisini bana! Kişisel gündemlerle soL’u meşgul etmemek lazım tabi ama, siz söyleyin allasen, bunlar kişisel mi?