Bütün Bu Yaşananlardan Sonra…

Başlık, Bulutsuzluk Özlemi’nden aşırma.

Nicedir dinlemediğim bu topluluğun mp3 cd’sine denk geldim geçenlerde evde, bir yığın cd’nin içinde. Bir korsancıdan alıvermişim herhalde. (Ne utanmazlık. İnsan söylemez yahu!) Özensiz bir el yazısı ile grubun adı ve kocaman mp3 yazısı var üstünde.

Topluluğu ilk dinlediğim zamanları hatırlıyorum. O aralar pek çok tartışılırdı, Bulutsuzluk Özlemi’nin müziği “delikanlıyı bozar” mıydı acaba? Grup Yorum’un, solculuğun yegâne sesi olarak kabul edildiği yıllar. Nice güzel, değerli, anlamlı ismin, grubun, müzik türünün, arayışların, sorgulanarak değil de otomatikleşmiş bir tepkisellikle umursanmadığı dönemler…

Bu topraklardan çıkan kentli ve solcu bir müzik topluluğu olarak önemsemiştim o zamanlar Bulutsuzluk Özlemi’ni. O yıllara kadar ağırlıklı olarak İngiliz rokçuları ile pek haşır neşirdim. Enstrüman hakimiyetleri, deneysel çalışmaları, siyah blues’uyla pek yakın akrabalıkları, yoksul İngiliz, İrlandalı emekçilerin kültürü filan rasyonalizasyon söz konusu olunca insanın zihni pek mahirdir, bilinir: Rory Gallagher’dan Yes’e, John Mayall’dan Uriah Heep’e, Genesis’ten Led Zeppelin’e, Cream’den Free’ye, Queen’e, Pink Floyd’dan Deep Purple’a, U2’dan Judas Priest’e… kendimce dinleme gerekçelerim pek çoktu yani.

Bulutsuzluk Özlemi, itiraf edeyim pek bir naif ve çocuksu gelmişti ilk dinlediğimde. Biraz fazlaca John Lennon türevi, Mazhar Fuat Özkan’dan hallice, Cem Karaca’nın “döndüm ulan, döndüm işte, oh be”sinden sonra daha bir solcu filan… Fazlaca tek düzeymiş, düzenlemeler zayıfmış, “düşünülmüş”lüğü pek az, siyaseti yüzeyselmiş, rüzgarlardan fazla etkileniyormuş, ne gam.

Bugün dinlediğimde “vay be” demekten alamadım kendimi… İki nedenle: TİP’in kravat takmak istemeyen haşarı uzun saçlı çocuğu aslında hiç de azımsanmayacak bir iş yapmış meğer diye düşündüm, o naif müziğine rağmen. İkincisi, o yüzeysel siyaset algısı diye düşündüğüm sözler, dönemi düşünüldüğünde, epeyce bir ileriymiş, tabi koşullarına göre. Kimler yok ki albümlerinde:

Yargısız infazlarda yitirdiğimiz gençlerimizden üniversite öğrencilerine Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez sloganını atanlardan, sabahın kör karanlığında işine yollanan işçilerden cezaevinde bayram görüşmesinde analar babalar çocuklara, sarmaş dolaş yıkımların ve çözülüşlerin bütün ağırlığı omuzlarına çökmüş ve kapana kısılmış “üretmeliyim” deyip çare bulamayan, beyni zonklayan, olayların akışının takmadığı aydınlık yüzlere, elinde bir tutam çiçek tutan küçük kıza, Hiroşima’da ölenlere çare arayanlar, çıkış yolu bulamayanlar, sözlerini geri alamayanlara tepedeki çimenlikte her şeyden vazgeçip sadece gökyüzünü, sadece sevgiyi arayanlara…

Bulutsuzluk Özlemi’nin albümlerinde “insan” varmış, bunu fark ettim bu defaki dinleyişimde. Bestelerde, sözlerde, Akın’ın (Eldes) gitar sololarında “insan” varmış.

Eyleme genişleyen insan…

Eylemsizliğe daraltılan insan…

Bir önceki yazımda “şu üç günlük dünyada sanatın yeri nedir?” diye sormuştum.

Bu mesele çok su kaldırır ya, benim kendimce açıklamam şöyleydi:

“Kendini başka hayatlarda bulmak, başka hayatlara yüreğinde ve aklında yer açmak… Bunları yaşamına katarak zenginleşmek için emek vermek… ‘Üç günlük dünya’yı geçmişe ve geleceğe taşımak…”

Başkası başka türlü açıklayabilir mutlaka, belki daha derin, daha teorik, daha analitik, ne bileyim. Ben yukarıdaki tarifimdeyim şimdilik…

Bu tarife yaslanarak şunu söyleyebilirim: Bulutsuzluk Özlemi dünü bugüne taşımış, bir kere daha gördüm. Kim bilir, belki yarına da taşır…

***

Şimdi böyle fazlaca öznellikle yüklü bir girişten sonra “kocaman kocaman laflar etmek” gibi bir gaflete düşeceğim, kusuruma bakmayın.

En kocamanını hemen edeyim:

Sanat bugün artık “ahlak”tır.

Toplumsal örgütlenmenin bu derece karmaşıklaştığı, sınıflar mücadelesinin tüm apaçıklığına rağmen bu kadar görünmez olduğu bir çağda, felsefenin, psikolojinin, sosyolojinin, tarihin, ekonomi-politiğin, tıbbın, mühendisliğin yetemediği şu devirde, “eylem halindeki insanı” çözümleyebilmenin en önemli aracı haline gelmiştir sanat.

Bireyin hareket alanının sonsuzlaştığı ve aynı ölçüde tutsak edildiği bu çağda, kendi başına felsefenin ve tüm alt başlıklarının, ontolojinin, epistemolojinin, esas olarak da Etik’in açıklayabilme gücü, soru sorabilme gücü neredeyse kalmamıştır. Eylem halindeki insanı, yani çalışan, üreten, sevinen, seven, oyun oynayan, gülen, ağlayan, korkan, endişelenen, üzülen, kahrolan, çekinen, coşan, kendini kaybeden, çatışan, kavga eden, hayatta kalmaya çalışan, ihanet eden, memleketini satan, işkence yapan, yorulan, vazgeçen, inanan, inanmayan, yanılan, kanan, can alan, canını veren, direnen, düşen, direnen, kaybolan, direnen, tutsak edilen, her şeye rağmen direnen insanı anlamayı, yani eylemin ve eylemsizliğin ahlakını sergilemeyi ancak sanat olanaklı kılabilir. Eylemin ve eylemsizliğin çatışmasını, olasılıklarını, umudu sanat taşıyabilir ancak. (*)

Ve ne ilginçtir ki sanata bu kadar ihtiyacımız olan bir tarihsel kesitte sanatın bozunumundan ve toplumsal yaşamın sanatsızlaşmasından bahsedebiliyoruz yalnızca.

***

“Açılım” saldırısı tüm hızı ve yoğunluğuyla sürerken, emekçi halkımızın aklını ve yüreğini bu denli kuşatmışken, sanatın mana ve ehemmiyetini tartışmak ihtiyacı da nereden mi çıktı?

Bilmem ki, Nasrettin Hoca fıkralarındaki gibi “sen de haklısın, sen de haklısın” diyen ombudsman kılıklı sunuculardan sıtkım sıyrıldığından, “gözyaşı dursun”a karşılık “tamam, ama…” diyene neredeyse faşist damgası yapıştırılır hale geldiğinden, o meymenetsiz suratlıların demeçlerinden gına geldiğinden filandır belki…

Belki de bu keşmekeşin içinde Devrimimiz’i aramaktandır.

-----------------------------------
(*) Sanata böyle “kocaman” bir rol biçerken, siyasal mücadele yerine bir araç ikame etmeye çalışmadığım herhalde açıktır. Siyasete alan açmaktan ve siyasetten güç almaktan bahsettiğim de… Sanat bunu nasıl yapabilir, yapabildi mi, yapabilecek mi, bir başka yazıda bu tartışma başlıklarına da girmek dileğiyle…