Açılımı “Yol”dan Çıkarmak (II)

Geçtiğimiz hafta Yılmaz Güney’in Yol’una değinmeden önce zorunlu bir Belinski parantezi açmış ve özellikle bir ifadeye dikkat çekmeye çalışmıştım:

“Yakınının yüzüne tokat atan bir insanın bu davranışı öfke uyandırır, ama eğer bir insan kendi kendini tokatlıyorsa, bu davranış tiksintiden başka bir şey uyandırmaz.”

Yılmaz Güney’in Yol’unu anlayabilmenin, bu cümleyi eksene koymakla mümkün olacağını düşünüyorum.

Bu düşüncemi açmadan önce, Yol’u hatırlamakta fayda var.

Sevgili Nihat Behram’ın “Yılmaz Güney’le Yasaklı Yıllarımız” (*) kitabında aktardığı bir mektuptan hareketle, Güney’in bu filmin fikrini ilk defa 1980 Ekim ayında dile getirdiğini öğreniyoruz:

“Bir yarı açık cezaevinden mahkûmlar bayram iznine çıkarlar. Bayram arifesi, araç bulmak oldukça zor. Çoğu parasız. Artan fiyatlar karşısında hepsi deliye döner. Ceplerindeki para ile hesapları tutmamaktadır. Grup grup mahkumlar aralarında para toplayıp bir araç bulmaya çalışırlar. Bizim hikayesini konu edeceğimiz grup on kişi. Adana istikametine gidecekler. Biri Urfa, biri Antep, biri Adana, biri Mersin, biri Mut, biri Silifke, biri Konya… Bu yönde yolcularımız. Bir minibüs tutarlar. Sıkıyönetimin izi her yerde kendini göstermekte. Film boyunca en az on arama görürüz. Korku insanların en küçük iliklerine kadar sinmiş.

Filmimiz bu on mahkûmun bayram izinlerinde başlarından geçenleri anlatacak. Değişik yörelerden, değişik bölgelerden, değişik gelenek göreneklerden insanlar. Acının, hüznün, özlemin, ayrılığın filmi bu. (… ) Her insan bir acı küpüdür filmimizde…”

“Bayram”dır tasarlanan filmin adı ilk başta. Tasarlanan filmin süresi çok uzun olacağından “Arife” ve “Bayram” olarak iki filme dönüştürmeyi de düşünür Güney. En sonunda da, aslında bambaşka bir film olarak tasarlanan Yol adlı farklı bir film projesi, bu tasarıya kendi adını verir. Güney’in ilk başta tasarladığı on mahkûm da önce altıya, daha sonra kurgu esnasında da beşe düşürülür ve böylece bugünkü “Yol” ortaya çıkar.

Tüm mahkûmlar, kah af, kah izin, kah mektup beklentisiyle ve cezaevi idaresinin tarif ettiği işlerde çalışmakla geçirmektedirler günlerini… Gelen mektuplar dışarıda akan hayatı içeri taşımaktadır, tüm gerilimleriyle:

Yusuf (Tuncay Akça) evden gelen mektupların giderek seyrelip kesilmesinden sonra karısına toz kondurmadan ne olup bittiğini anlayabilmenin derdine düşmüş, sessiz sakin ve biraz da saf bir mahkûmdur

Diyarbakır’a gidecek olan Mehmet Salih’in aklında (Halil Ergün) karısından aldığı son mektupta, karısının kardeşiyle birlikte karıştıkları banka soygununun ardından yaşanan çatışmada ölmesinden kendisinin sorumlu tutulduğunu ve karısının da böyle düşünmeye meylettiğini anlar

Mevlüt (Hikmet Çelik) Antep’teki nişanlısına kavuşup evlenmenin derdinde heyecanlı ve yaşam dolu bir tiptir

Ömer (Necmettin Çobanoğlu) Urfa’daki köyüne, o engin denizler gibi ovalara, atına kavuşmanın hayaliyle yanıp tutuşan, pastoral düşler kuran bir romantiktir

Filmin başında duygusuz, anti-sosyal bir tip olarak çizilen Seyit Ali (Tarık Akan) ise, son aldığı mektupta karısının, tüm ailenin şerefine leke sürmüş olduğunu ve bu lekeyi temizlemesi için kararının beklendiğini öğrenir.

1980 Ekiminde tasarlanmaya başlanan ve 1981 yılında çekimleri tamamlanan bir filmden bahsettiğimizi tekrar hatırlayalım. 1970’lerin ardından Güney’in tasarladığı bu ilk filmde ilk bakışta politik kimliğiyle öne çıkan bir karakter yoktur. Her biri kendi halinde, yaşam derdine düşmüş, aileleriyle bir arada bir hayatı özleyen mahkûmlardır…

Dramaturjik açıdan mektuplarla çakılan ilk kıvılcımların da etkisiyle, memleketlerine doğru yaklaştıkça, cezaevindeki yalıtılmışlıklarından hayatın içine doğru aktıkça, kendileriyle ve yaşadıkları toplumsallıkla girdikleri çatışmalar giderek tırmanır, yoğunlaşır.

Bu yoğunlaşma Yılmaz Güney’e asıl derdini dile getirmesine zemin hazırlar. Birbiriyle ilintili iki temel önermesi vardır Güney’in ‘Yol’da: i) Tutsaklık, cezaevi duvarlarıyla çevrili olmaya indirgenemeyecek denli toplumsal bir meseledir ii) Layığımız bu değildir.

12 Eylül cuntasının bir karabasan gibi üzerine çöktüğü bütün bir memleket ve özellikle yolculukların odaklandığı coğrafya, bir başka karabasanı daha yaşamaktadır aynı esnada: Yoksullukla at başı giden bir gericilik karabasanı… O deniz gibi ovaların içinde kaçakçılık dışında tüm geçim olanakları ellerinden alınmış ve “ölesiye yaşayan” bir yoksul köylülük sur diplerinde, o eski mahallelerinde 3-5 yaşında çocukların tozun toprağın içinde sigara tüttürdükleri Diyarbakır “sekiz aydır köpek gibi orada bağlıdır, ayağı zincirlidir, sekiz aydır gün yüzü görmemiştir, haramdır su ve ekmekten başka her şey ona haramdır, sekiz aydır bedenine su değmemiştir, layığı budur” fetvaları verip, canını kimin alacağı hesaplanan kadınların hapsedildiği bir töre cenderesi çarşafa bürünüp göz açtırmayan bir gerici kuşatma…

Yılmaz Güney’in karabasanı gözler önüne serdiği büyük film Yol (**), bir büyük zindan olarak resmettiği Türkiye’nin toplumsal yaşamının özel ve yoğunlaşmış bir modeli olarak Kürt halkının coğrafyasına odaklanıyor. “Genel”in “özel”deki somutlanışı ile ilgileniyor. Kendi politik / örgütsel konumlanışının ve perspektifinin ötesine geçerek, tüm Türkiye’ye ve insanlığa sesleniyor:

Acı küpü olmuş bir insanlık, emekçisiyle, aydınıyla, sanatçısıyla, öğrencisiyle, verili düzen tarafından “kendi kendisini tokatlamaya” zorlanıyor, layığımız bu değildir!

***

Şimdi “açılım” meselesine gelebiliriz:

Güney’in ifadeleriyle, “korkunun iliklerine kadar sindiği ve her biri birer acı küpü olan insanlar”, bugünün de gerçekliğidir. Bu ülkenin emekçi halkı, neredeyse otuz yıldır aynı “yol”u tepiyor…

Ve egemenlerin açılımının söylediği tek bir şey var: Kendi kendinizi tokatlamaya, aynı yolda yürümeye devam edin, biz o toprak yolu stabilize malzeme ile kaplamaya razıyız!

Gericiliğin sizi kuşatmasına ses çıkarmayın yoksulluğun sizi yutmasına ses çıkarmayın onursuzluğun sizi teslim almasına ses çıkarmayın… Gelin bizim işçimiz olun, sigortasız migortasız, olsun, size iş verelim! Gelin sizi okutalım, kendi dilinizde bile belki, varsın eşit, parasız, bilimsel bir eğitim olmasın! Gelin bu kardeş kavgası bitsin, kendi aranızda savaşacağınıza hep birlikte Afganistan’da, İran’da, neresi lazımsa orada bizim için savaşın! Dilerseniz Kürtçe pop ve Kürtçe magazin programları dilerseniz Kürtçe ilmihaller, dilerseniz Kürtçe seslendirilmiş Hollywood filmleri, dilerseniz Hollywood kafasıyla yapılmış filmler, hepsi bizden! Koskoca MekDanılds Fenerbahçe stadı için kurumsal kimliğini ayaklar altına alıp sarı lacivert logo koyduydu stadındaki dükkana, Kürt halkı için de bir yeşil ekleyiverir logosunun bir yerine!

Açılımın başını tutan emperyalist kurumların, saltanat ve ümmet rüyaları görenlerin, medya patronlarının, Tarafgirlerin açılımını ben başka türlü okuyamıyorum ve bunun bu ülkede yaşayan halkların eşitliği, özgürlüğü ile ilişkisini kuramıyorum.

Karikatürize mi ediyorum?

Bu gerçekten yürek dağlayan meseleyi hafifsiyor muyum? Sıcacık, söylendiği anda insanın içini ferahlatan, solun en güzel bayraklarından ve yakıcı gereksinim “Barış”tan bahsetmeliyken, konuyu ilişkisiz bir düzleme mi taşıdım?

Dediğimi tekrarlayayım: Güney’in, bir karabasanı analiz edip resmederken, eşitlik, özgürlük, kardeşliğin rengini vereceği “gelecek güzel günler”e inancını, bu geleceğe yürüyecek “büyük insanlığa” sevdasını omurgaya çakmıştı.

Bizim bu omurgayı yerinden oynatmaya niyetimiz yok.

‘Yol’dan çıkan açılım, bu aynı inanç ve bu aynı sevdadır.

Ölümünün 25. yılında, bu büyük sanatçıya, Güney’imize selam olsun!

-----------------------------------------
(*) Nihat Behram, Yılmaz Güney’le Yasaklı Yıllarımız, Gendaş, 1998

(**) Güney’in Yol’unun çağdaş bir türdeşi olarak, en çok etkilendiği sinemacı olarak Güney’in adını veren, sınıf eksenli yaklaşımıyla öne çıkan İranlı sinemacı Cafer Panahi’nin yaptığı “Daire” (2000) filmini hatırlamak mümkün.