Abesle iştigal

Nâzım, o güzelim "Tanya" şiirini nasıl yazdı?

Ya da "Karanlıkta Kar Yağıyor"u?

Zaman zaman aklıma düşüyor, "keşke" diyorum, "bir edebiyat tarihçisi çıksa da böyle bir araştırma yapsa..."

Nâzım'ın şiirleri bir yanda, diğer yanda o şiirlerin yazıldığı tarihlerin öncesi, sonrasıyla bir memleket ve dünya ahvali resmi çizilse...

Genel bir resim değil ama: Mesela, dediğim gibi, "Tanya"dan yola çıkıp, Nâzım'a bu şiiri yazdıran nesnelliğin içinde, öznel ve genel boyutlarıyla, onun kavrayışına yaklaşabilsek... Veya "Karanlıkta Kar Yağıyor"dan yola çıkıp...

Bunlar çok somut olaylara ve siyasal dinamizme denk düşüyorsa, mesela "Severmişim Meğer" şiirini nasıl yazdığını, neden yazdığını anlamaya çalışsa o edebiyat tarihçisi.

"Nereden çıktı şimdi bu?" diye soranlarınız mutlaka olacaktır. Açıklamaya çalışayım:

Tanya'yı Bursa Cezaevi'nde iken yazıyor Nâzım.

Biliyoruz, 1938'de Donanma Davası diye tarihe geçen dava sonucunda, 24 yıllık bir mahkumiyet alıyor. Muhtelif cezaevlerinden sonra Bursa'ya varıyor mahkumiyetinin geri kalanını çekmek üzere...

İkinci Dünya Savaşı başlamadan önce yani... Daha Naziler ortalığı kasıp kavurmaya başlamadan önce. Dört duvar arasına kapatılmış bir insan, anayurt savunmasında faşizme karşı savaşan bir partizanı, onun coğrafyasını, tutsak alınışını, Alman askerlerinin muamelesini, o askerlerin içinden birisinin iç hesaplaşmasını, Tanya'nın titreyen yüreğine ve bilincine doluşuveren insanlığı, Tanya'nın direnişini, bu kadar canlı, bu kadar heyecanlı nasıl anlatabildi?

Kendisi bahsediyor bu şiiri nasıl yazdığından, yine o şiirin içinde:

(...)

Tanya,
Bursa Cezaevi'nde karşımda resmin.
Bursa Cezaevi'nde.
Belki duymamışındır bile Bursa'nın adını.
Bursa'm yeşil ve yumuşak bir memlekettir.
Bursa Cezaevi'nde karşımda resmin.
Sene 1941 değil artık
sene 1945.

(...)

Bir fotoğraf, tek bir fotoğraf karesi nasıl bu kadar çok şeyi barındırabiliyor?

Biliyorum, bir yerden sonra "abesle iştigal" bu soruyu sormak.

KUTV'da okumuş, Rusya'nın Ekim Devrimi ile yeniden biçimlenişini / kuruluşunu yerinde görmüş, yaşamış, tartışmış ve elbette ki şiir hamuru ile yoğrulmuş birinden bahsediyoruz. Ama yine de sormaktan alıkoyamıyorum kendimi: Nasıl yazdı acaba?

İspanya'yı görmeyen, iç savaş sırasında orada bulunmayan Nâzım, acaba nasıl yazdı "Karanlıkta Kar Yağıyor"u?

Sonra başka sorular geliyor aklıma, az önce de sorduğum gibi:

Özel kesitleri bir yana koyalım, Ekim'i, 2. Savaş'ı, İspanya İç Savaşı'nı, Küba Devrimi'ni... Diğer şiirlerini nasıl yazdı? İçinde yaşadığı gerçekliği neye göre, nasıl ayıkladı, gerçekliği nasıl parçalayıp, "fazlalıkları", "gereksizleri", önemsizleri" neye göre ayıkladı da, o gerçekliğin kendince seçtiği parçalarını böylesine etkileyici bir şekilde yeniden kurgulayabildi?

Nâzım'ın "Orhan Selim" adıyla, temel olarak geçimini sağlamak üzere, ama yine kendisinin de vurguladığı gibi, namussuzluk etmeden o zamanın Akşam gazetesinde yazdığı yazılara göz atanlar bilir: İstanbul'un gündelik yaşamından, mesele bir cinayetten, mesela belediyenin çözemediği problemlerden, mesela futbol maçlarından, mesela yeni yeni ismini duyurmaya başlamış bir şairden filan bahseder Nâzım o yazılarda, bildiğimiz "gündelik hayat"tan... Elbette "bugün" ile pek çok farklar barındırmakla birlikte, temel olarak sermaye düzeninin hüküm sürdüğü İstanbul'dan yazılardır bunlar. Düşünür, anlamaya çalışır, sorular bırakır okuyanların zihninde...

Gelgelelim, bu "gündelik hayat"ın doğrudan kendisini bulmak pek mümkün değildir Nâzım'ın şiirlerinde. Daha doğrusu, güncellikle öyle bir ilişki kurmuştur ki, aynı bir tarihçi titizliğiyle, hani o Carr'ın "tarihsel olgu nedir, bir tarihçi hangi olayın önemli ve tarihsel, hangi olayın önemsiz ve gündelik olduğunu nasıl ayrıştırır?" sorularıyla boğuşması gibi, gündelik hayata dönük öyle bir bakış geliştirmiştir ki, somutluğun karmaşası, çok boyutluluğu, çelişik yapısı, zenginliğini yitirmeden, damıtılarak bir soyutlamaya dönüşür Nâzım'ın şiirinde... İster politik düşmanları olarak gördüğü kimi isimlerle giriştiği polemiklerinde, ister Saat 21-22 Şiirleri'nde, güncellikle tarih, bireyle toplum, o kadar beklenmedik şekilde birbirlerine dönüşürler ki, şaşar kalırsınız okurken... Ben şaşıp kalıyorum yani!

Biliyorum, bir yerden sonra soL haber portalında böyle bir konuyu tartışmaya çalışmak, bir tartışmanın ipuçlarını yakalamaya çalışmak da abesle iştigal... Bu yazıların bir "sınır"ı var haklı ve doğru olarak. Bu konu ise böyle bir yazıya sıkıştırılamayacak bir boyut taşıyor ama olsun...

Bu mesele, yani örneğin Nâzım'ın nasıl yazdığı meselesinden yola çıkıp, belirli bir tarihsel kesitte, belirli bir coğrafyada yaşayan sanatçının neyi ve nasıl anlatabileceğine dair düşünmek meselesi, pek fazla üzerinde durabildiğimiz bir mesele değil.

Yaratıcılık, sanat, kültürel üretim, bu tartışmayı yapmakla ortaya çıkmaz, bu tartışmaya indirgenebilir şeyler değil.

Bununla birlikte, diyelim ki bugünün bir genç sinemacı adayının zihnine doluşuverip de, fırsatını bulup çekip kurgulamış ve bir ürün ortaya çıkarmış olsa bile, kendisinin dahi pek de verim ve tat alamadığı "kısa film projeleri" için buraya da bakmak, buradan da bakmak gerekebilir mi acaba?

Sanat gerçeklikten, çelişkiden beslenir, tamam. Ama nasıl beslenir? Hangi çelişkiden? Hangi gerçeklikten?

Sanatçı siyasetle iç içe olmalıdır, en azından kendini izole etmemelidir, tamam. Ama siyaset nasıl "işler" yaratıcının eserinde?

"Anlamak gideni ve gelmekte olanı" dizesi çok değerlidir, şiirsel ve siyasal ve ideolojik olarak, tamam. Ama nasıl anlaşılacak giden ve gelmekte olan?

Dediğim gibi, sanatsal yaratım süreçleri bunlara indirgenemez.

Bunu iddia etmek, abesle iştigal etmek olur.

Ama arada bir abesle iştigal etmekte fayda da olabilir hani...

Aziz Nesin'in "Çocuklarıma" şiirinde ifade ettiği anlamda tabi:

"(...) Dalga mı geçiyorsun düşler mi kuruyorsun

Öyle sonsuz sınırsız düşler kur ki çocuğum

Düşlerini som somut görüp şaşsınlar

Böyle bir dalgacı daha dünyaya gelmedi desinler

Dünyada yapılmamış işler çoktur çocuğum

Derlerse ki bu işler bişeye yaramaz

De ki bütün işe yarayanlar

İşe yaramaz sanılanlardan çıkar."