12 Eylül Bitti mi?

"Neden Hollywood yapabiliyor da biz yapamıyoruz?"

Bu soruyu hafta başında Yıldız Teknik Üniversitesi'nde "Nâzım'ın Küba Seyahati"ni izleyen öğrenci dostlarımızdan biri sordu.

Sorusu daha uzundu aslında. Bir soru değil de, bir haykırış gibiydi: "Bizim ülkemizin sinemacıları, neden yakın tarihimizle, yakın geçmişimizle ilgili doğru dürüst, bilgilendirici, aydınlatıcı filmler yapmıyor? Bunun örneklerine Hollywood'da, Fransız filmlerinde, İngiliz filmlerinde rastlıyoruz da burada neden yok?"

"Buna çok ihtiyacımız var" diyerek bitirdi sorusunu, haykırış dememin nedeni bu.

İzleyiciden öğrenme, izleyicinin sorularıyla aklımızı açma aşamasına gelmiş bulunuyoruz. Düşündürücü ve en az o kadar heyecanlandırıcı ve verimli bir düzlemdeyiz. Belli ölçülerde yalıtık bir etkinliğin (sadece Yıldız İnşaat'a gelebilen Yıldız Üniversitesi öğrencilerine hitap ettiği için böyle diyorum, yoksa gayet canlı ve yoğun katılımlıydı) dahilindeki bir gündemi buraya, soL'daki köşeye taşıma nedenim budur.

Bir izleyici, karşısında gördüğü sanatçıya (mesele benim şahsım değil, oradaki konumumla ilgili) tüm sanatçıları kastederek hesap soruyor. Bu hesap soruşun bir sağlıklılık göstergesi olduğunu bir kenara not edip devam edelim.

Öğrenci kardeşimin sorusundaki "sinemacı"nın kim olduğunu, kime sanatçı denip denemeyeceğini, örneğin, soruyu sorarken aklında Recep İvedik filmi mi, yoksa Nuri Bilge'nin Üç Maymun'u mu yoksa hepsi birden olduğunu mu bilemiyorum. Bir yerden sonra önemi de yok. Bir genel eğilimi, sinema ortamına çalınan hakim rengi sorguluyor bu soru. Ben de buradan devam edeceğim.

Sorunun düşündürücü olduğunu ifade etmemin nedeni şu: Demek ki bu ülkenin sinemacılarının, ya da sanatçılarının diyelim, "halk"ın kim olduğu, ne olduğu, nerede durduğu ve nereye baktığı, neye ihtiyaç duyduğu konusunda akıllarını ve yüreklerini zorlamayalı epeyce zaman olmuş. Tekil örneklerin varlığının, ihtiyacı gidermekten çok uzak olduğunu tespit etmek gerek.

Öğrenci kardeşimin sorusuna yanıt olarak o anda şunları söyledim:

"Bu topraklar 12 Eylül'ü yaşadı. 12 Eylül, fiziksel, iktisadi ve siyasal bir şiddetin yanı sıra, ideolojik bir şiddetti de. Bu ideolojik şiddet örgütlü kimliği, toplumsal sorumluluk bilincini, emekçi halka dönük olarak hissedilen borçluluk duygusunu ezip geçti. Bu, bugüne uzanan etkileriyle, azımsanacak ve küçümsenecek bir süreç değil. Ancak, 12 Eylül denince zihinlerde canlanan resim epeyce gerilerde kaldı. Bu nedenle, önemli bir etken olmakla birlikte, sorunuzun yanıtını vermek için topu buraya atmamaya çalışacağım..."

İşkencehaneleriyle, cezaevleriyle, 5 generaliyle, 1402'likleriyle, yasaklanan sendikal ve siyasal faaliyetleriyle, 12 Eylül bitti.

İşkence bitti mi, hayır. Cezaevlerindeki insanlık dışı uygulamalar bitti mi, hayır. O dönemde Halit Narin ve Koç'tan niyet mektupları alan ve selamlanan devletin şiddet aygıtları, bugün artık emekçi halkın çıkarlarının savunucusu mu, hayır. Sendikal örgütlenmenin önündeki engeller kalktı mı, hayır. Darbe anayasasını yüzde 90 küsur ile destekleyen halkımız, sola, kurtuluşa mı yöneldi, hayır. Dönemin devlet başkanının miting meydanlarında ilahi metinler okuması ve tüm halka akıl fenerlerini söndürmeye dönük yaptığı davet, bugün bir aydınlanma sürecine mi evrildi, hayır.

Peki, ne cüretle 12 Eylül bitti diyebiliyorum?

Tek bir kaynağım var: Gençlik.

Evet, 50 Cent adlı ABD'li pop müzikçiyi o uğursuz isimden daha çok tanıyan gençlik.

Kuşaklar değişti ve bugün bu ülkede 12 Eylül'ün gadrine doğrudan uğramış kuşakların değil, 12 Eylül'ün döşediği yolda yürüyen bir kuşağın sözünün hükmü var.

"Neden böyle filmler yapılmıyor?" diye soran kuşağın.

Kadir kıymet bilmemek gibi algılanmamasını rica ediyorum bu ifadenin. Geleneği önemsemesek, geleceğe uzanamazdık. Köksüz bir ağaç değil Türkiye sosyalist hareketi. Ve elbette devrimcilerin ve devrimciliğin miadı dolmaz, son kullanım tarihi de yoktur.

Derdim başka:

12 Eylül meselesini tartışmak mümkün. Enine boyuna. Orasıyla burasıyla. Sağıyla soluyla. Altıyla üstüyle... Ama nasıl tartışıldığı önemli: Geleceğe dönük olarak mı, geçmişe dönük olarak mı tartışacağız?

Geçmişe dönük olarak tartışacaksak, açık söyleyeyim, ben yokum (ateş olsam cürmüm kadar...). 2009 Türkiyesi'nde kimilerinin 1950'li, 1960'lı yıllardaki sendikal mücadele içinde yer almış dostlarıyla, hala "o zaman filanca şöyle demişti, ama sen şöyle şöyle yaptın" diye, sanki biraz sonra kopacak bir fırtınanın habercisi gibi hararetle tartıştığını görünce hele...

Geleceğe dönük olarak tartışacaksak, bana o soruyu yönelten kardeşime "çünkü 29 sene önce şöyle bir darbe oldu ve hala onun etkileri..." diye başlayan bir cümle kurmamın bir anlamı yok. Tarih bilincini inkar etmek olduğunu sanmıyorum bunun. Tarih bilincinin geleceğe yürüyüşle şekillenebileceğini söylüyorum.

Geleceğe yönelmek başka türlü olacak: Tarih bilinciyle kuşanmış kolektif aklın gideni ve gelmekte olanı anlaması, bugünün olanaklarını zorlamasıyla, toplumsallaşmakla, üretmekle yönelinecek geleceğe.

"Neden Hollywood yapabiliyor?" sorusunun yanıtını tartışmayı ise, bu köşenin (ve okuyucunun sabrının) sınırlarını zorlamamak ve yanıtı bir iki paragrafta geçiştirmemek için, mecburen haftaya bırakıyorum.

O zamana kadar, geleceğe yürüyüşümüzün güçlü bir ifadesi olarak hayata geçirmeye çalışacağımız 1 Mayıs'ımız şimdiden kutlu olsun. 2 Mayıs'ta daha güçlü, daha umutlu, daha örgütlü olacağımız inancıyla...