İslamcılıkta antikapitalizm aramak: Gericiliğin daniskası!

KENTİN SESİ - MANİSA yazıları

Bugün içinde yaşadığımız coğrafyada bir “tasfiye operasyonu” yaşandığını, hatta operasyonun sonlandığını, birinci cumhuriyetin yıkıldığını, ikinci cumhuriyetin anayasasının hazırlandığını, halen görevde olan Meclis’in de ikinci cumhuriyetin kurucu meclisi olarak çalışmalarını sürdürdüğünü artık sağır sultan biliyor.

Yazılıp çizildi, okunup söylendi, konuşulup tartışıldı.

Cumhuriyet fikriyatı, aydınlanma düşüncesi, laiklik ilkesi bu ülkeden kazınmıştır.

Cumhuriyet-laiklik-aydınlanma felsefesinin tasfiyesini gerçekleştiren kadrolar, bu tasfiyeyi “korkunç bir çarpıtmayla” gerçekleştirmişlerdir. Bu çarpıtmanın adı, “İslamizasyona antikapitalist misyon yükleme” çarpıtmasıdır.

Açıklamaya çalışacağım…

***

Bugün gerçekleştirilen tasfiye operasyonlarının teorisyenlerinden biri İdris Küçükömer ve tezleridir. İdris Küçükömer’i önceleyen ise Çetin Altan’dır.

Nerden biliyoruz bunu?

Çetin Altan 1960’ların ikinci yarısında TİP milletvekiliyken “Onlar Uyanırken – Türk Sosyalistlerinin El Kitabı” adlı bir kitap kaleme getirmiştir. Hafta sonlarında sahafları turlarken hâlâ gördüğüm, kolaylıkla elde edilebilecek bir kitaptır. Bu kitapta “İlericilik-Gericilik Tartışmasındaki Oyun” başlıklı bir bölüm vardır. Bu bölümde şöyle yazmıştır Altan: “Kompradorlar, Atatürkçülüğü ve laikliği batı burjuvalarınınkine benzer bir yaşantı ve sarfiyat özgürlüğü olarak benimsemişlerdi. Artık din adamları kendilerinin Ramazanda kafayı çekmesine karışamıyorlardı. Kadınlarla diledikleri şekilde eğlenip gezebiliyorlardı. Laiklik gerçek bir vicdan özgürlüğü getirmemişti ama kompradorlara din baskısını atlayıp diledikleri gibi para harcama özgürlüğünü getirmişti. Sosyalistler, kompradorların kazancını kontrol etmek istiyorlardı. Halk ise aynı kompradorların dinsel yoldan sarfiyatını kontrol etmek, daha doğrusu bu sarfiyatı dinsel yoldan baskı altına almak istiyordu. Sosyalizm ile halkın yine burjuvaziye kızgınlığının bir başka görüntüsü olan dinsel akımlar, aslında kaynağını aynı ezilen sınıftan alıyordu. Sadece birincisi bilimsel bir karşı çıkma, ikincisi ise bilinçsiz bir kızgınlığın metafizik olarak şekillenmesiydi.”

Ne büyük, ne tarihsel bir yanılgı! Altan, burada sosyalist-komünistler ile kompradorlara karşı çıkan sağcı-milliyetçi-dinci çoğunluğu aynı kefeye koyarak, köksüz bir “hedef birliğine” işaret ediyor!

Çetin Altan şunları da yazmış: “Bilinçsiz halkın kompradorlara gâvur demesi sağ, aynı halktan bilinçli öncülerin kompradorlara sömürücü demesi sol olarak lanse edildi. Kapitalizm ise hokkabaz topu gibi arada kaynatıldı. Ve halkın bilinçli kısmıyla, bilinçsiz kütlesi birbirine düşman edilmek istendi. Ama bu ilericilik-gericilik oyununu, en uyanık aydınlar dahi badem ezmesi gibi yuttular. Komprador burjuvazisini gerçekten ilerici, halkı da gerçekten gerici zannettiler. Laikliğin de Türkiye’de vicdan özgürlüğünü değil, kompradorların sarfiyat özgürlüğünü sağlamak için bir bahane diye kullanıldığını göremediler.”

Son cümleyi dikkatle bir kez daha okumak lazım: Sosyalizan görünüp laiklik karşıtlığını gizleyen sinsi bir cümledir. Bu cümlede laikliği sadece vicdan özgürlüğüne indirgeme ve sağ-dindar-milliyetçi kesime de antikapitalist misyon yükleme gayreti var.

Bu düşünceler 1967’de yayınlanıyor.

***

İki yıl sonra İdris Küçükömer sahne alıyor.

Küçükömer, tarihsel maddeci teorinin ekonomist çarpıtmaya uğratılmasının kitabını yazmış adamdır! O kitabın adı “Düzenin Yabancılaşması”dır. Günümüz liberal gericilerinin el kitabıdır. Örneğin Taha Akyol, iki üç ayda bir Küçükömer’den ve “Düzenin Yabancılaşması” kitabından alıntı yapmazsa, kendini rahat hissetmez!

İşte Çetin Altan, 1967’de İdris Küçükömer’i önceleyerek onun önünü açmıştır. Bu düşünceye göre İslamcılık, antikapitalist bir öz içermektedir. Yeniçeri-esnaf-ulema birliğine dayanan geniş İslamcı-Doğucu halk cephesi, kendisini ezen Batıcı-bürokratik-laik komprador burjuvazisine kızgınlık duymakta, ancak sınıfsal bilince sahip olmadığı için var olan kızgınlığını metafizik-dinsel biçimlerde dile getirmektedir. Bu geniş halk yığınları İslam yoluyla komprador burjuvazinin sarfiyatını kontrol etmeye çalışırken, aynı kontrolü ise sosyalistler kendi bilimsel dünya görüşlerine dayanarak yapmaya çalışmaktadırlar. Böylece İslamcılığa antikapitalist bir misyon yüklenmiştir. Yaşanan son 40-50 yıllık dönem bu görüşleri kesinlikle yanlışlamıştır. AKP ise bu yanlışlamanın simgesidir. Son dokuz yılda İslamik-Osmanik-liberal-gerici AKP’nin, komprador burjuvazinin ihtiyaçlarını nasıl giderdiğini gidermekle kalmayıp kendi burjuvazisini nasıl yarattığını görüyoruz!

Çünkü…

İslamcılık hiçbir zaman kapitalizme / liberalizme karşı olmamış, hep zenginleşerek güçlenmeyi ve kendi rejimini kurmayı hedeflemiştir. İslamda, İslamcılıkta antikapitalist bir öz, bir anlam, bir boyut, bir işlev aramak tek kelimeyle gericiliktir. Bu yol, her zaman İslamizasyona hizmet eden, dinci gericiliğe meşruiyet kazandıran, son tahlilde de AKP’ye yarayan bir gaflet ve dalalettir.

Biz sosyalistlerin yapması gerekense, sonsuz bir inanç özgürlüğünü savunmak ve dinin kamusal yaşamdan tamamen çekilmesini sağlamaktır. Bu ise maddeci felsefeyi geliştirmekle olanaklıdır.

Yoksa dincilere, dinci gericilere, İslamizasyon propagandistlerine şirin görünmek adına, maddeci felsefeyi arka plana atmak, kelimenin tam anlamıyla harakiri yapmaktır.

Yapılması gereken dini apolitize ve deformalize etmektir. Başka yol yoktur sosyalistler ve komünistler açısından.

Bu da, gazetelerinde ve dergilerinde sayfa sayfa ayetler / hadisler yayınlayıp aslında İslam’ın ne kadar sosyal adaletçi bir din olduğunu kanıtlamaya çabalamakla, İhsan Eliaçık, Eren Erdem gibi hocaefendilere sayfalarını açmakla olmaz. (Bkz: Aydınlık gazetesinin çeşitli sayıları)

Pensilvanya’daki hocaefendiye her gün saygılar göndermekle, laikliğe saygılı tarikatlara karşı olmadığını açıklamakla, tekke ve zaviyelerin açılması gerektiğini savunmakla, dini AKP’nin elinden kurtaracaklarını söylemekle de olmaz. (Bkz: Kılıçdaroğlu ve CHP’lilerin çeşitli konuşmaları.)

Bir not daha: Örneğin bugünlerde Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan, boğazda bir balıkçı lokantasında karşılıklı oturup kameraların karşısında iki kadeh rakı parlatsalar, pek çok sosyal demokrat bu tabloya fit olacaktır ne yazık ki! Bundan eminim!

***

Aziz Nesin’den söz açmanın tam sırası.

Aziz Nesin’le 1980’lerde yapılan söyleşilerin derlendiği bir kitap vardır: “İnsanlar Konuşa Konuşa.”

İşte o kitapta “Yaratılmak İstenen Burjuva Görünüşlü Ortaçağ Kültürü” başlıklı bir bölüm vardır. Aziz Nesin, bu bölümdeki söyleşide, 12 Eylül faşist darbesinin hedefinin tarikatlara dayalı, tasavvuftan beslenen İslamcı-dinsel bir düzen kurmak olduğunu net bir şekilde anlatmıştır. Ve kendisi gerçek bir aydın sorumluluğuyla ömrünün sonuna kadar bu karanlığın yerleşmesine karşı mücadele vermiştir. Aziz Nesin’i zaten bu nedenle yakmak istemişlerdir.

O söyleşide şöyle diyor Aziz Bey: “Dış görünüşüyle çağdaş olan bütün teknolojiyi almak, çağdaş denilebilecek bütün teknolojiyi aygıt ve araç olarak almak, ama bu dış çağdaşlığın içerisine öz olarak tam bir İslamik ortaçağ kültürünü yerleştirmek. Bunun için de en başında, Türkiye’deki sağcılar 1980’e kadar ve ondan önceki Adalet Partisi iktidarı dönemine dek Türkiye’de dinci-ırkçı sağcı olarak ve yine dinci-aşırı milliyetçi sağcı olarak karşıt durumdaydılar ve çelişkili görünmekteydiler. Türk-İslam sentezinde dinci sağcılarla aşırı ulusalcı sağcılar uzlaşma yolu arayıp birleştiler. O zaman, en yeni en modern otomobili kullanacaklar, en modern yapılarda yaşayacaklar, her türlü konfor olacak, tıpkı petrol zengini Arap ülkelerinde olduğu gibi. Her çağdaş teknoloji olacak. Ama kafa yapısı bakımından insanlar çağı yaşayamayacaklar, orta çağı yaşayacaklar. Neden bunu yapmaya çalıştılar? Çünkü bu teknolojiye koşut olarak, insanın beyni çalışırsa o zaman bazı şeylere itiraz etmesi gerekiyor. Halbuki teknolojiyi, konforu elde edip de, kafası ortaçağda kalırsa o zaman teslimiyetçi bir insan olarak hiçbir şeye karşı gelmeyecek, durumdan yakınmayacak ve hatta durumun savunucusu olacak. Böyle bir insan yetiştirmek istiyorlar. Kültür politikalarının özü budur. İnsanları da böyle, üniversiteleri de böyle. Her şeyi buna göre hazırlıyorlar. Bu dizge, yalnız Türkiye’nin dizgesi değil. Amerika’da da durum aynı. Amerika’da bol bol üniversite var. Bu üniversitelerden orta düzeyde aydınlar çıkacak. Yakın gelecekte Amerika’nın kötü bir örneği olarak Türkiye’de de bol sayıda üniversite olacak. Hatta liselerin bile yeterli olmadığı taşra kasabalarında üniversiteler açacaklar ama bunların altyapıları olmayacak. Bilimsel altyapıları, kitaplıkları, laboratuvarları, yeterli sayıda ve yetenekli hocaları olmayacak. Bu yetersiz üniversitelerden bolca mezun çıkacak, böylece insanlar dış gereksinimleri bakımından doyuma ulaşmış olacaklar. Diplomalılar olacak. Bu ülkeyi kim yönetecek? Ha, onun için de ayrı üniversiteler gerekiyor. Ülkeyi yönetebilecek derken yönetici anlamında değil, bilimini yönetecek, sanatını yönetecek, edebiyatını yönetecek, ticaretini yönetecek, dış alım-satımını yönetecek insanlar gerekli. Çünkü bunlar önemli beyinler ve bu önemli beyinler daha küçük yaştan beri iyi besin alan, iyi protein alan ve durumu çok iyi olan insanlardan oluşur. Onlar için ayrı üniversite gerekli. İşte onlar Türkiye’yi askeri, yönetimsel, bilimsel, kültürel bakımdan yönetecekler. İşte bunun için Bilkent kuruldu. Bilkent’in arkasından yeni üniversiteler kuruluyor.”

***

Ne dersiniz, sizce 25 yıl önce Aziz Nesin yeterince öngörüde bulunmamış mı?

Evet, Aziz Bey’in öngörüleri bugün fazlasıyla gerçekleşmiştir.

Artık Türkiye, burjuva görünüşlü bir ortaçağ kültürünü yaşamakta ve yaşatmaktadır!

[email protected]