Ceddim 30 yıl at sırtında

Ahmet Abakay'ın “Ceddim 30 yıl at sırtında” başlıklı köşe yazısı 5 Aralık 2012 Çarşamba tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Yine kuyuya atılan bir taş.

Yine çıkarmaya çalışan 40 kişi.

41. kişi de ben olayım bari.

Başbakan, Muhteşem Yüzyıl dizisindeki harem, içki, aşk konusundan rahatsız. Gereğinin yapılması için yargıya bile talimat verdi.
Konu artık dünya basınında değerlendiriliyor. The Newyork Times bile, Başbakan’ın öfkesine vurgu yaptı. Dizinin ve TV kanalının cezalandırılması için konuyu yargıya taşıdığını yazdı.

Gazete, konuyu, ABD başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde izlenme rekoru kıran diziye benzeterek, “Osmanlı’nın Sex and City’si” başlığıyla verdi.

Hakkını yemeyelim Başbakan’ın kültür-sanat konusunda çok duyarlı olduğu biliniyor(!)

Türkiye-Ermenistan kardeşliğini simgeleyen kardeşlik anıtını yıktırırken de, Devlet Tiyatroları’na artık gerek olmadığını ve (sanki buna engel varmış gibi) isteyenin parasını verip tiyatro kurabileceğini belirtirken de, bunu kanıtladı.

TV dizileri için de duyarlığını ortaya koydu. Bu alan, bir hayli zamandır başıboş bırakılmıştı.

“Biz böyle bir Kanuni bilmiyoruz. 30 yıl at sırtında dolaştı” dedi. “Ceddime haa!” dedi. Yargıyı göreve çağırdı.

Ömrü at sırtında geçtiyse, bu saraylarda kimler oturdu ki acep? Bu harem daireleri niye vardı? Belki de ruhsatsız, kaçak yapılardı. Zabıtaya vermişlerdir üç beş altın, o da görmezden gelmiştir kaçak inşaatı.

Evet, senin ceddin 30 yıl at sırtında dolaştı. Çünkü, o devirde “yat” yoktu. At vardı.

Bugünkü lüks otomobiller, uçaklar yoktu. Onlar da en iyi, en “lüks” atlara bindiler. Sonra da attan iner, hareme girerlerdi. Aktarma gibi bir şey yani. Kasımpaşalı da olsan, Üsküdarlı da olsan o günün koşulları ve o dönemin raconu böyleydi.

Bu kadar basit ve bilinen bir konuyu gündeme getirmek, hele ki yargıya taşımak Başbakan’ın işi mi, yakışır mı?

Yani demek istiyorum ki, o döneme takılıp kalmamak lazım. O devirde yat yoktu. Yani siz ve çocuklarınız o devirde yaşasaydınız, şimdiki gibi gemi, gemicik işine değil at alım-satım işine girmek durumunda kalacaktınız. Şartlar öyle, üstüne çıkmak, üstünde durmak bazen zor da olsa, at önemli yani.

Aslında ülke yöneticilerinin geçmişe ilişkin, -”ataya” ve “cedde” ilişkin- tekin olmayan bu tür konulara balıklama dalması bir hayli riskli bir durum.

Yarın birtakım sorumsuzlar kalkıp, “Deli İbrahim” ile ilgili TV dizisi yapsa ne olacak? “Benim ceddimi nasıl deli gösterirsin! Yargı, savcılar neredesiniz?” mi diyeceksiniz?

Ya da bir başka haddini bilmez -dindar nesilden nasibini almamış kişiler- , yapacakları TV dizisinde ya da sinema filminde özel olarak bir Osmanlı padişahının İngilizlerle anlaşıp, onların gemisiyle ülkesini terk etmesini, kaçmasını anlatsa ne olacak?

“Benim ceddim ülkesini terk etmez, halkına hizmetten kaçmaz, öyle düşman gemilerine binmez, at mat, cart curt” mu diyeceğiz?

Adam ülkesini terk etmiş, tüymüş. Ceddimizin bu muhterem önderi için, “Hayıır, öyle değil, kaçmadı. Kendi isteği ile pasaport çıkartarak, vizesini alarak, gümrük kapısından sade vatandaş gibi kuyruğa girip, turistik amaçla gitti. Geri de gelecekti ama oraları sevdiği için kaldı” mı diyeceğiz?

Bu komik olmaz mı?

Bunlar boş işler, yorucu işler.

Bu tartışmalar sizin kadar beni/bizi de üzüyor. Çünkü senin ceddin, benim de ceddim. Ne fark eder?

Devir artık demokrasi, insan hakları devri.

Resmi tarihi egemen sınıflar yazıyor. Ancak, o dönemlerin pisliklerini de iyi taraflarını da özgür basın, özgür kültür-sanat, sinema, tiyatro emekçileri sergiliyorlar.

Tahammüllü olmak gerekiyor.

Demokratik ülkelerde ve demokrasilerde buna düşünce, ifade ve yaratma özgürlüğüne saygı deniliyor.

Onun için, “Yırtık Rahibe” filmlerini artık papazlar bile izliyorlar. Sadece gülüyorlar.

Siz de izleyin, gülümseyin ve geçin.

Tarihi kendi istediğiniz gibi, dindar nesile ve dindar devlete göre değiştirmeye kalkmak boş bir çaba.

Kurgusal bir TV dizisi nedeniyle savunmaya çalıştığın ceddinden biri, örneğin Kanuni cana gelse, kafasını kaldırsa dese ki, “Ulan Recep”, pardon düzeltiyorum, padişahlar “Ulan” demezler, “Yahu Recep Bey, boş boş konuşma, bizim devrimiz sizinki gibi değildi, imparatorlukta yat vardı da biz mi binmedik? Mecburen ata bindik.”

Ceddimize ne yanıt veririz?