Aynı anda hem üretimin arttığı yani ekonominin büyüdüğü, hem reel ücretlerin yani işçi sınıfının üretimden aldığı payın arttığı bir dönüşümün aynı anda kâr oranlarını da yükseltmesi mümkün değil.
Merkez Bankası’nın geçtiğimiz Cuma günü geleceğe yönelik enflasyon beklentilerinin tümünü yukarı doğru revize etmesiyle birlikte, liberallerin alkışladığı “ortodoks” Mehmet Şimşek programının istenen sonucu, en azından istenen hızda vermeyeceği resmi düzeyde kabullenilmiş oldu. Hemen ardından, Nobel ödülü sonrası Türkiye turnesine çıkmış olan Daron Acemoğlu “Türk ekonomisi nasıl kurtulur?” başlığıyla Fatih Altaylı’nın programına konuk oldu ve liberallerin bir süredir yaygın biçimde dillendirdikleri “verimlilik çözümünü” tekrarladı:
“Türkiye'de ekonomik problemlerin en önemli kaynaklarından biri fakirlik. İşçi ücretleri artmıyor, tek artırma yolumuz asgari ücreti artırmak, çünkü verimlilik düşük. İşçilerin verimliliğini artırmamız gerekiyor ki işçilere olan talep artsın; iş adamları üretkenlikleri arttığı için, kârları arttığı için, o işçileri kullanmak istedikleri için işçilere daha fazla maaş vermek zorunda kalsınlar ve bunu mutlu bir şekilde kabul etsinler. Bunu çözdüğümüz zaman fakirliği ve işsizliği çözmeye başlıyoruz, enflasyona yol açan dinamikler de daha zayıflıyor.”1
Bu pasajın hemen ardından Fatih Altaylı, bu önerilen çerçevenin bilindik eleştirisi olan “teknoloji işsizlik yaratmaz mı?” sorusunu soruyor ve hazır yanıtı alıyor: “hayır, çünkü işçileri de eğiteceğiz.”
Acemoğlu’nun bahsettiği, emek üretkenliğinde2, yani işçinin çalıştığı saat başına ürettiği ekonomik değerdeki artışın yolu gerçekten de üretimin teknik bileşeninin ilerletilmesi, işçinin aynı sürede daha fazla meta üretecek üretim araçlarıyla donatılmasıdır. Ne var ki, liberallerin bir türlü kabul etmek istemediği bir gerçek var: Kapitalizmin tüm tarihi boyunca, emek üretkenliğinde önemli sıçramalar yaratan her büyük teknolojik ilerleme şaşmaz biçimde aşırı üretim krizine neden oldu ve konunun, işçilerin yeni makineleri kullanmayı bilmemesiyle falan alakası yoktu.
Bunun yapısal nedenlerine baktığımızda, enflasyon, işsizlik, fakirlik gibi olguların kapitalist üretim açısından birer “sorun” değil “çelişki” olduğu, yani bunlardan her birinin sistemin olağan işleyişinin yarattığı kaçınılmaz sonuçlar olduğunu, dolayısıyla ortadan kalkmalarının ancak sistemsel bir değişiklikle mümkün olabileceğini anlıyoruz.
Gelin, inceleyelim.
Sermayenin kâr etme ve birikmesi yukarıdaki biçimde gerçekleşir. Sermayedar, başta sahip olduğu para ile işçilerden emek gücü, başka sermayedarlardan da makine ve üretimde kullanılacak diğer tüm malzemeyi satın alır (aslında işçiye ödemeyi işin sonunda yapar ama bunu bu yazıda önemsemeyebiliriz). Sonra işçiler, makineleri kullanarak, malzemeyi ürüne dönüştürür. Ürün, piyasada fiyat üzerinden satılır ve tekrar paraya dönüşür. Bu dönüşümün sonucunda sermayedarın eline daha çok para geçtiyse kâr etmiş demektir ve normalde sermayedarın bu kârı bir sonraki döngüde sermayeye eklemesini, yani daha büyük bir sermayeyle üretim yapmasını bekleriz. Üretim yoluyla sermaye böyle birikir.
Her sermayedar olabildiğince çok kâr etmek ister. Yukarıdaki döngüden görülebileceği üzere, bunun iki yolu vardır. Ya fiyatı yükseltmeli ya da maliyet kalemlerinden en az birini düşürmelidir.
Normal koşullarda herhangi bir sermayedar tek başına fiyat yükseltemez, zira piyasada rekabet vardır ve müşteriler fiyatını yükselten sermayedarın malını almayacak, sermayedar müşterilerini rakiplerine kaptıracaktır. Sermayedar bunu yapabilme, yani piyasa fiyatını kendi çıkarı doğrultusunda artırabilme gücüne ancak tekelleşebilirse ve insanlar söz konusu ürünü ondan almak zorunda kalırsa sahip olur. Biz şimdilik sermayedarımızın bu güce sahip olmadığını varsayalım.
Sermayedar emek gücü dışındaki maliyetlerini de dilediği gibi düşüremez, zira onun için maliyet olan bu kalem, başka bir sermayedarın (yani bizim sermayedarın tedarikçisinin) ürününün fiyatıdır. Kuşkusuz bazı sermayedarlar tedarikçilerini düşük fiyatlara zorlayabilir, ama bunu yapabilmek için de tekelleşmiş alıcı konumunda olmaları gerekir.
Ama tekelleşmiş olsun ya da olmasın her sermayedar, işçiye aynı miktarda ürün üretmesi için daha düşük ücret verebildiğinde kâr oranını yükseltir. Bu yüzden sermayedarlar asgari ücret olabildiğince düşük belirlensin ister.
Teknoloji yatırımı şöyle işler. Hiçbir sermayedar, daha düşük kâr etmesiyle sonuçlanacak bir teknoloji yatırımı yapmaz. Bir teknoloji yatırımının kârı yükseltmesinin tek yolu, aynı miktar ürünün daha az emekle üretilebilmesini sağlaması, yani emek üretkenliğini yükseltmesidir. Öte yandan, doğal olarak daha yüksek teknolojiye sahip makineler daha pahalı olacaktır. Dolayısıyla daha yüksek teknolojiye yatırım, eğer makinelere harcanan paradaki artış, sermayedarın bu artıştan daha fazla bir miktar ücret ödemekten kurtulmasını sağlıyorsa kârlı olur.
Bunu derslerde şöyle anlatıyorum. Diyelim ki sınıfta 25 öğrencim var. Bu öğrencilere tamamının çalıştığı bir konfeksiyon atölyesinde olduklarını hayal etmelerini söylüyorum. Günlük ücret 1’er liradan 25 lira, dikiş makinelerinin günlük kullanım maliyeti de 1’er liradan 25 lira, yani bir günlük toplam maliyet 50 lira olsun.
Sonra bir akşam, yüksek teknoloji yatırımı yapmaya karar veriyorum. Ertesi sabah işçiler işe geldiğinde, dikiş makinelerinin satılıp gittiğini, yerlerine bir günde aynı miktar ürün üretecek iki CNC dikiş ünitesi konduğunu, bu ünitelerin başında da ikişer tane eğitimli işçi olduğunu görüyorlar. Yeni makinelerin günlük kullanım maliyeti 20’şerden 40 lira olsun (yani makineler önceki teknoloji seviyesine göre daha pahalı). Yeni işçiler de uzman oldukları için günde 2’şer lira, yani önceki duruma göre verilen günlük ücretin iki katını alıyor olsun. Böylelikle tek bir işçiye baktığımızda ücret artışı görürüz, ama toplam emek gücü maliyeti 25 liradan 8 liraya iner. Çünkü emek üretkenliği yükselmiştir, bir işçi bir günde çok daha fazla ürün üretiyordur.
Sadece işletme düzeyinde bakarsanız, sonuç Acemoğlu’nun dediği gibi: Aynı miktarda ürünün benim için maliyeti 50 liradan (25 lira ücret + 25 lira makine) 48 liraya (8 lira ücret 40 lira makine) indi, daha kârlıyım. Bu arada dört işçi 1 yerine 2 lira ücret almaya başladı, ücretler yükseldi.
Ama 21 kişi işsiz kaldı.
Acemoğlu’nun ve tüm liberallerin yüzleşmek istemediği çelişki şu: Emek üretkenliği yükseldiği için aynı anda hem kâr oranlarının ve reel ücretlerin aynı anda yükselmesi, hem de işsizliğin yükselmemesi mümkün değil. Yukarıda bahsettiğimiz dönüşümün birkaç işletmede değil de ekonominin genelinde olması durumunda, işsizliğin yükselmemesinin tek yolu toplam üretimin (hem de astronomik boyutta) artmasıdır. Bu çok güzel bir hayal, hem üretim artınca fiyatlar düşer, dolayısıyla enflasyon da düşer, reel ücretler daha da yükselir.
İyi de, o zaman ürün fiyatları düştüğü için kâr oranları da düşer.
Bunun olmaması için, sermayedarlar emek üretkenliği artsa da ücretleri baskılamaya devam eder, ayrıca tekel güçleri olduğu ölçüde bunu kullanarak piyasayı görece düşük fiyatlarla yüksek tüketim yerine görece yüksek fiyatlarla düşük tüketime zorlarlar.
Ve bunun sonucunda, şu tablo ortaya çıkar.
İkisi de sosyal medyada çokça paylaşılan bu grafiklerde, mavi çizgi emek üretkenliğinin, turuncu çizgi ise reel ücretlerin zaman içerisindeki seyrini gösteriyor. Açık ki, sadece Türkiye’de değil genel olarak piyasa ekonomilerinde emek üretkenliği artarken ücretler yerinde sayıyor. Yani her işçi, çalıştığı birim ürettiği değerin giderek daha küçük bir kısmını ücret olarak alıyor.
İyi de, ücretler toplumda mal ve hizmetlere olan talebin temel kaynağıdır. Yani her işçinin ücreti, onu çalıştıran sermayedar için maliyet, ama tüm sermaye sınıfı için müşterisinin cebindeki paradır. Peki, bütün sermayedarlar ücretleri üretkenliğe göre geri bıraktıkça, bunun sonucu ne olur?
Tarihsel örneklere girip, 1929 Buhranı’ndan, satılamaz hale gelen sanayi ürünleri yığınlarından falan bahsetmeyeceğim. Bugünkü durumu özetlemek yeterli: Yukarıda soldaki grafikten göreceğiniz üzere makas 1970’lerin başından itibaren, yani aşırı üretim sorununu sübvanse edilmiş ücretlerle erteleyen Keynesçi politikalardan Neoliberal politikalara geçişle birlikte açılmaya başladı. Ortaya çıkan açığı bireysel krediler doldurdu ve kırk yılı aşkın süredir piyasa ekonomilerinde, bilhassa da görece gelişkin olanlarında emek üretkenliği ile reel ücretler arasındaki fark tüketimin kredilendirilmesiyle kapatılıyor. Sistem, giderek şişen bir hane halkı borcu bombasının üzerinde oturuyor.
Acemoğlu’nun çizdiği pembe tablonun gerçekleşmesinin önünde bir dizi engel var, ama en önemlisi şu: Aynı anda hem üretimin arttığı yani ekonominin büyüdüğü, hem reel ücretlerin yani işçi sınıfının üretimden aldığı payın arttığı bir dönüşümün aynı anda kâr oranlarını da yükseltmesi mümkün değil. Hipotetik olarak böyle bir dönüşümde sermayenin sürümden kazanacağı, yani daha büyük sermaye yatırımlarının daha düşük kâr oranlarıyla da olsa miktarsal anlamda daha fazla kâr edeceği savlanabilir ama sermaye hiçbir durumda kendisi bunu tercih etmez. Sermaye, bilhassa da tekelleşmiş sermaye (ki günümüzde sermaye hayli tekelleşmiş durumdadır) kendi haline bırakıldığında tekel gücünü kullanarak piyasayı daha düşük fiyattan daha çok malın satıldığı değil daha yüksek fiyattan daha az malın satıldığı bir noktada tutar, çünkü bu noktada kâr oranı daha yüksektir.
Günümüzde Türkiye’deki enflasyonun temel sebebi de budur, enflasyon tekelleşme kaynaklıdır.
Buraya kadar yapılan tartışmaya itiraz olarak, Türkiye’nin böyle bir teknolojik dönüşümün sonrasında yaşayacağı üretim artışını ihraç edeceği, böylelikle net ithalat yapan bir ülke olmaktan çıkıp net ihracat yapan bir ülkeye dönüşeceği ve üretim artışına rağmen kâr oranlarının korunabileceği savlanabilir. Ne var ki, 1990’ların başından itibaren yükselen dış ticaret artışının dünya çapında yavaşladığı ve istikrarsız hale geldiği, tüm dünyada piyasaların doygunluk sinyalleri verdiği, rekabetin şiddetlendiği ve dış ticarette korumacı eğilimlerin güçlendiği bir dönemde bunun nasıl yapılabileceğini izah etmeleri gerekir. Açıkça söyleyelim, Türkiye’nin böyle bir teknolojik dönüşümle net ihracatçı bir ülkeye dönüşebilmesi için, ücretleri baskılamaya ve bu yolla maliyetleri düşük tutmaya devam etmekten başka bir yolu yoktur. Dolayısıyla başladığımız yere, düşük reel ücretlere dönüyoruz.
Ortada çok açık bir gerçek var, refah artışı ancak sermaye sınıfının kâr oranlarına dokunarak gerçekleştirilebilir, bunun da devletçilikten başka yolu yok. Düşük kâr oranlarına rağmen üretim artışı mı istiyorsunuz? O zaman devlet fabrikaları kuracak ve kârlı olmasa da üreteceksiniz. İşsizlik düşsün, sermayedarlar işçilere kolaylıkla açlık sınırında ücret dayatamasın mı istiyorsunuz? O zaman hem kamu istihdamını artıracak hem de asgari ücreti yükselteceksiniz. Sermayedarlar daha çok yatırım yapmak zorunda kalsın mı istiyorsunuz? O zaman faizleri düşürüp finansı baskılayacak, gelir vergisi oranını yüksek gelir dilimleri için çok yüksek düzeylere çıkartacak, böylece sermayedarları kârlarını yeniden yatırarak şirketlerinin içinde tutmaya zorlayacaksınız. Tabii bunları yaparken, sermaye kaçışını engellemeniz gerekiyor; dolayısıyla sermaye hareketlerinin serbestliğini ortadan kaldıracak, yurt dışına sermaye çıkartmayı prosedürlere bağlayacaksınız.
Bütün bunları yapabilmek için de, nasıl yapacaksınız bilmiyorum ama, sermaye sınıfından ve çok uluslu tekellerden daha güçlü, onları hizada tutma ve yönetme becerisine sahip bir devlet kuracaksınız.
1970’lerde her devlet bir ölçüde böyleydi, çünkü sermaye sınıfı Sovyetler Birliği’nin yarattığı tehdit karşısında işçileri mutlu tutacak bir sınıf uzlaşmasına razı olmak zorunda kalmıştı. Şimdi niye kısa erimli çıkarlarından böyle bir taviz versin? Onun yerine, öfkeli işçileri Trump gibi insanlık düşmanı despotların peşine takmak ve belki de dünyayı yaşanmaz hale getirecek ama yaratacağı yıkımla piyasalardaki talep doygunluğunu çözüp büyük kâr fırsatları doğuracak bir dünya savaşına hazırlanmak daha mantıklı.
O zaman son bir soru: Kısa erimli kâr hırsından gözü dönmüş sermaye düzeninin uzun vadede sağlığını korumakla, sermayeye rağmen sermayenin çıkarlarını koruyacak bir devlet kurmakla uğraşacağımıza, neden tüm özel mülkiyeti kamulaştırıp üretimi kâr için değil halkın ihtiyaçları için yapacak ve tek merkezden planlayıp yönetecek komünist bir işçi devleti kurmayalım? Hem tecrübeyle biliyoruz ki, böyle bir devlet büyük savaşları da önlüyor.
Acemoğlu’na sorsanız “Olmaz!” der, çünkü ona göre “demokratik” olan piyasa ekonomisi, “baskıcı” olan sosyalizme göre uzun erimde daha büyük zenginlik yaratır.
Ama zenginliğin toplumsal değil de özel mülkiyet biçiminde büyümesi zaten tüm sorunların temeli.
Bu çelişki bir gün aşılacak; ama liberaller son gün geldiğinde bile çözümün bir parçası olmayacak, piyasanın kutsallığı dogmasından asla vazgeçmeyecekler.
- 1. Programın tamamı şuradan izlenebilir: https://www.youtube.com/watch?v=6tpUTPyaCj8.
- 2. Önemli bir terminolojik (ve teorik) mesele var ama konuyu dağıtmamak için dipnota çekiyorum: Acemoğlu’na göre işçiler “verimli”, patronlar “üretken.” Bu, liberal düşüncede gerçeğin nasıl baş aşağı durduğunu gözler önüne seren, çok önemli bir fark. Patronlar hiçbir şey üretmez, makineler hiçbir şey üretmez, üretimi yapanlar işçilerdir. Ama kapitalizmde işçi emek gücünü patrona satıyor ve üretim araçlarını patronun hesabına kullanıyor olduğu için, kendisi bir tarla gibi “verimli”, patron ise öküzüyle o tarlayı süren çiftçi gibi “üretken” görünür. Oysa sosyalistler böyle romantize ettiği için değil, tüm ekonomik teorilerin en temelindeki emek değer teorisinin açıkça ortaya koyduğu üzere, yalnızca canlı emek ekonomik değer üretir.