Sermaye, 'yükselen sol' ile uzlaşmayı reddetti; 12 Eylül seçeneğini yeğledi.  Bugünkü siyasal İslam-yozlaşmış kapitalizm bileşkesinin temelleri de 1970’li yılların bitiminde atıldı.

'Türkiye’nin 1970’li Yılları'

Yakın geçmişimizden bir kesit: Türkiye’nin 1970’li Yılları… İletişim Yayınları’nın 2020 tarihli bir derlemesinden söz edeceğim. 48 yazarın makalelerinden oluşuyor. Hazırlayan Mete Kaan Kaynar; ekler hariç 1046 sayfa…  (Kitaba Derleme olarak referans vereceğim.)

Kaynar, sistematik bir sınıflamaya kalkışmamış; ama, bu on yılık zaman aralığının “iki darbe arasına sıkışmış yılları” kapsadığını baştan hatırlatıyor. Siyasal çalkantılar öne çıkıyor; ama, iktisattan spora, dış siyasetten edebiyata; fikir akımlarından gündelik hayata uzanan bir çeşitlilik içinde… 

Sonuç, yakın geçmişimizle ilgilenen herkese hitap eden bir başvuru kitabıdır. Başlayıp bitirilen kitaplardan değil; bölümler arasında gezinerek tadı çıkarılacak bir derleme… 

Ben de Derleme’nin ekonomik ağırlıklı kesimleri ile başladım. Düşündüklerimi okurlarımla paylaşmak istedim. 

Planlamacı, korumacı stratejinin tıkanması…

Hüseyin Özel’in makalesi ile başlayacağım: “Yetmişli Yıllarda Ekonomik Gelişmeler: Bir Politik İktisat Denemesi” (ss.209-228). 

Özel’in makalesi, Türkiye’nin 1970’li yıllardaki gelişiminin, ülkemize özgü olmadığını belirterek başlıyor. Kapitalist sistemin merkezi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Refah Devleti dönüşümünü yaşayacaktır. Bu model, 1970’li yıllar sonunda bölüşüm, sermaye birikimi ve finansallaşma süreçleri arasındaki çelişkileri aşamayacak; tıkanacaktır. 

Refah devletinin çevre ekonomilerinde ve Türkiye’deki karşılığı Kalkınmacı Devlet’tir.  Türkiye’de 1960’ı izleyen yirmi yıla, planlamacı ve korumacı (“ithal ikameci”) politikalar damgasını vuracaktır. Hüseyin Özel 1970’li yıllardaki gelişimi, iki beş yıllık plandan izliyor.

1968-1972 ve 1973-1977 plan dönemlerinde Türkiye, yüksek (yüzde 7 ve 6,5’lik) tempolarda büyüdü. Nihai amaç olan dış bağımlılığı hafifleten bir sanayileşmeye geçiş ise başarılamadı. Dayanıklı tüketim mallarında ithal ikamesi ileri aşamalara taşınamadı; sanayinin ithalata bağımlılığı zaman içinde yoğunlaştı.  

1970’li yılların sonuna yaklaşıldığında Türkiye’nin ihracatında hâlâ tarım ürünleri öne çıkmakta; ham petrol fiyatlarındaki artış, dış açığı sıçratmaktadır.

Döneme özgü korumacı politikalar, ithal kotaları, döviz tahsisleri gibi yöntemlerle uygulanıyordu. Hüseyin Özel, “dış ticaret kısıtlamalarının yarattığı rantların politik süreçler yoluyla… gelenekselci ve cemaatçi oluşumlara [dağıtıldığını]” (s.222) ileri sürüyor. 

Bu tespit, 1970’li yıllardan ziyade, neoliberal dönemde zirveye çıkan bir çarpıklığı vurgulamaktadır. 

Planlı dönemde ithal kotaları, döviz, kredi tahsislerinden kaynaklanan rantlar, özerk, ayrıcalıklı, güçlü bir ekonomi bürokrasisi tarafından denetlenirdi. Bu bürokrasi, yönetmelikler ve kurumsal geleneklerle, rantların planlama önceliklerinin belirlediği sektörlere tahsisini sağlar; şirketlere aktarımında nesnel ölçütleri itinayla gözetirdi. 

Bu ekonomi bürokrasisini etkisizleştirme, Özal döneminde öncelik kazandı. Dış ticaret serbestleştirildi; “koruma rantları” yok oldu. “Alaturka neoliberalizm" yepyeni rant alanları oluşturdu: Özelleştirme, kamu ihaleleri, KÖO yatırımları, imar planları… Astronomik boyutlara ulaşan bu rantlarla cemaatçi sermayenin bütünleşmesi, 1970’li yıllarda değil, AKP döneminde gerçekleşti. 

Neoliberalizme geçiş: Sert bir kopuş

Hüseyin Özel’e göre, “1970’li yılların sonunda, dünya yeni neoliberal düzene hazırdır… Ülkemizde de 1970’ler neoliberal İslam’ın temellerinin atıldığı bir dönem[dir]” (s.219). Ama, “şiddetin [bu] toplumsal mühendislik projesinin önemli bir parçası” olduğunu da ekliyor (s.227). 

Böylece, kapitalizmin egemen sınıfları, neoliberal toplumsal mühendislik projesini dünya çapında “uygulamaya” başlayacaklardır. “Yumuşak bir geçiş” değil, “sert bir kopuş” söz konusudur. Türkiye’yi de içeren Güney coğrafyasında şiddet de içeren kopuşlar…

Kopuş’un Türkiye boyutuna Derleme’de Bilsay Kuruç ışık tutuyor: “Türkiye’de Plancılığın İkinci Onyılı: Yetmişli Yıllarda Devlet Planlama Teşkilatı” (ss.229-243).

Bilsay Kuruç, 1978’de Bülent Ecevit tarafından Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) Müsteşarı olarak görevlendirilmişti ve Dördüncü Beş Yıllık Plan’ın hazırlıklarını yürütüyordu. Bu plan, Özel’in değindiği temel sorunu (ekonominin dış bağımlılığını) hafifletmeyi hedefliyordu. 

Kuruç, uygulanma fırsatı olsaydı Plan’ın bu hedefi gerçekleştirebileceğini düşünmektedir. Yazısı, Türkiye sermaye çevrelerinin, bu “cüretli adımı” nasıl engellediğini açıklamaktadır. 

Bu çevreler dış bağlantıları da olan sistematik bir saldırı ve “tüm iktidar sermayeye” anlamına gelen bir kampanya sonunda Ecevit hükümetini iktidardan uzaklaştıracak; 24 Ocak ve 12 Eylül’e açılan sert, şiddet içeren bir dönüşümü tetikleyecektir. 

Tehlikeli bir sınıf ittifakı…

Kuruç açıklamaktadır ki, bu dönüşüm, sadece Dördüncü Beş Yıllık Plan’ın kaderini belirlememiştir.  “Tüm iktidarın sermayeye” geçmesini engelleyen önemli bir sınıfsal ittifakın çökertilmesini de sağlamıştır.

Bu ittifak, Kuruç’un ifadesi ile “bir küçük burjuva radikalizmi içeren cumhuriyetçi orta sınıf hareketi ile işçi sınıfının ilk kez Haziran 1970’te bir bütün olarak sahneye çıkan sınıfsal” gücü arasında oluşmuş; “1980’de bir darbe ile kesilmişti”.  

İttifakın “cumhuriyetçi orta sınıf” ayağını temsil eden Ecevit hükümeti uluslararası ve yerli sermayenin müdahalesi ile 1979 sonunda; işçi-emekçi kanadı ise 12 Eylül 1980 darbesi ile çökertilecekti. 

Aziz Çelik, Derleme’de, aynı ittifakın işçi sınıfı kanadına ışık tutuyor: Yetmişli Yıllarda Emek hareketi: 15-16 Haziran’dan 12 Eylül’e Yükseliş ve Düşüş (ss.515-546).

Çelik’in makalesi hatırlatıyor ki, Demirel hükümetinin “DİSK’in çanına ot tıkama” amacıyla hazırladığı İş Kanunu, 15-16 Haziran 1970’te büyük çaplı bir işçi direnişine ve 26 ilde sıkıyönetime yol açacak; 12 Mart 1971 darbesini tetikleyen vesilelerden biri olacaktır.

12 Mart darbesi, Anayasa’yı değiştirecek; kan dökecektir; fakat 1970’li yılların tümüne bakıldığında, sendikalaşmanın, parlamento içinde ve dışındaki sol akımların gelişimini engelleyemeyecektir. 

Dünya Solu bu yıllarda bir yükselme ivmesindedir. Yunanistan’da, Portekiz’de, İspanya’da faşist rejimler son bulmuş; Türkiye’de 12 Mart’ı tezgahlayan güçler frenlenmiştir. 

Aziz Çelik, 1970’li yıllarda Türkiye’de “gerçekçi” sendikalaşma oranlarının yüzde 41-50 arasında seyrettiğini belirtiyor. Bu oranlar Türkiye sendikacılık tarihinin zirveleridir ve pek çok Batı ülkesindeki sendikalaşma düzeyleri aşılmıştır. Kıvanç duyarak ve özlemle hatırlayalım. 

Grevlerde yitirilen iş günleri, 1970-1980 arasında altı misli (220.000 → 1.303.000) artmıştır.  Bu olgular ücretlere yansıyacak; ücret hareketleri emek verimini izleyecek; son yıllarda aşacaktır. 

Türk-İş’in geleneksel “siyaset-dışı kalma” çizgisini, Genel Başkan Halil Tunç, CHP lehine terk edecek; 1978’de başbakan Ecevit ile bir Toplumsal Anlaşma imzalayacaktır. DİSK Anlaşma’yı reddedecek; ama CHP hükümeti ile diyalogu sürdürecektir. 

Sınıf ittifakının parlamento-dışı, devrimci kanadı 

Derleme’de yer alan bir makale, (İlker Aytürk, “Yetmişli Yıllarda Komünizmle Paramiliter Mücadele"), 1970’li yıllara gelindiğinde “sosyalizmin, sol düşüncenin fikir dünyasında albenisinin ve neredeyse tekelinin” yerleştiğini açıklıyor (s.443). 

Bu gelişme, zaman içinde Türkiye’nin sınıfsal dengelerine de yansıyacaktır. Aziz Çelik, 1970’li yıllarda, çeşitli fabrikalarda, işyerlerinde parlamento-dışı sosyalist akımların etkisi altında sürdürülen grev, direniş, eylemlerden örnekler veriyor (ss.539-545).

Bunlara, döneme damgasını vuran devrimci hareketlerin, yönetimi, barınmayı, güvenliği, yardımlaşmayı üstlendiği yerel örgütlenme örnekleri eklenmelidir. 

Derleme, bu alanda üç önemli katkı içeriyor: Yavuz Yıldırım, “Fatsa Deneyimi ve Yeni İktidar Arayışı”; Şükrü Aslan, “Yetmişli Yıllarda Gecekondu Direnişleri:1 Mayıs Mahallesi” ve “Küçük Moskova: Yetmişli Yıllarda Tuzluçayır” (ss.177-208).  Fatsa’da, İstanbul’da, Ankara’da devrimci hareketlerin sürüklediği emekçilerin  yönetim deneyimleri…

***

1970’li yılların sonuna gelindiğinde, Türkiye toplumu bir bütün olarak sola yönelmekteydi. Devlet ve faşist güçler, parlamenter sol, işçi sınıfı hareketi, parlamento-dışı sosyalizmin fiili ittifakını önleyememişti. 

Sermaye, “yükselen sol” ile uzlaşmayı reddetti; 12 Eylül seçeneğini yeğledi.  Bugünkü siyasal İslam-yozlaşmış kapitalizm bileşkesinin temelleri de 1970’li yılların bitiminde atıldı. Müdahale, darbe, şiddet yoluyla… 

“Türkiye Demokrasisinin Altın Çağı”nın güzel günlerini ve acılı bitimini böylece yaşadık.