Fransa anlık ve anlaşılmaz’a sığdırılamaz bir tarihselliktir. Olimpiyatlar geçer gider, bakmışsınız Paris’in devrimci tarihi kalmış!

Seine Nehri lağım akar…

Geçen hafta solun stratejilerini konuşmaya başlamıştık. Devamını bekleyenler az değil,  biliyorum. Ama bu hafta Olimpiyatları araya sokmaktan kendimi alamadım. Haftaya; kaldığım yerden…

***

Aslında bu da bir tür devam yazısı. soL portal Türkiye takımının performansını yazdı.

Sevgili Orhan sporun AKP tipi örgütlenmesini ele aldı.

Daha dün Cumhuriyet’te Sevgili Barış AKP liyakatsizliğini gözler önüne serdi.

Daha vardır denk gelmediklerim…

Bunlardan ve Cuba Si’den bir çeviriden devam ediyorum sayın…

***

Henüz yarışlar sürerken yazılıp Türkçe yayımı yine Olimpiyatlara yetişen makaleden iki pasajın altını çizmek istiyorum.

Erique Ubieta Gomez’in saptamaları:

Bir: “Anlaşılmaz ve anlık olanın ateşi tüm fikirleri tüketiyor.

İki: “… geçmişte isyancı olmanın bankaları kamulaştırmak ve topraksız köylülere toprak dağıtmak olduğu (…) Hâlâ da öyle. İstiyorlar ki bunun farkında olmayalım, bedenlerimizde kilitli kalalım; modaya, önemsiz şeylere zincirlenmiş, daha ileri, aşkın amaçları olmayan bir özgürlüğün sınırlarını aşmayalım.

***

Açılış etkinliği birinci saptamanın dört dörtlük örneği. İçinde bulunduğumuz “post…” döneminin başlangıcını simgeleyen veciz sözlerden biri, “tarihin sonu”, uzun zamandır telaffuz edilemiyor. Çünkü ilk akla getirdiği “ebedi barış”ın koca bir yalan olduğu anında açıklık kazanmıştı! 

Ama sonu geldiği iddia edilenlerin kapsamına, aslında Aydınlanma’dan başlayıp neredeyse iki yüz yıllık, 18. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın sonlarına kadar süren “devrimler çağının” bütün değerleri sokuluyordu: Sadece Marksizm değil, sosyal sınıflar, insanlığa yön veren sistematik ve bütünlüklü düşünceler, ütopyalar, sanat akımları… Bütün bunlar bitmişti iddiaya göre. “Belirsiz bir gelecek için bugünler feda edilmemeli” diye başlayan söylem sınırsız bir hedonizme, hazcılığa vardı!

Barışın sağlanamadığı, inkâr edilemez bir açıklık taşıyor olabilirdi, ama Leonardo da Vinci’nin tablosunun bir cinsel yönelimler karmaşası olarak deforme edilmesi, “tarih bitti” demekten çok daha etkili! Kiliseye hakaret midir, bilemiyorum; ama insanlığın büyük yaratılarının anlaşılmaya çalışılmak yerine anlaşılmazlık içinde boğulmak istendiğini söyleyebiliriz. 

Aynı şey Fransız Devrimindeki “baldırı çıplak terörünün” gırgıra alınması için de geçerli. Kraliçenin idamı iyi midir, lanetlenmeli midir? Açılış kurgusu buna ilişkin bir yargıda bulunmak yerine “anlaşılmaz-anlık” bir laf atıp geçmiştir. Ortada tutarlı bir bütünlük arayışı olmadığı, tersine bu, temelden reddedildiği için, herhangi bir ögeyi çıkarıp yerine başka bir şey koyabilirsiniz. Eleştiren olursa da Fransız Olimpiyat Komitesi misali özür dilersiniz! Nitekim öyle yapıp işin içinden sıyrıldılar…

Bizim TRT de, sapıklık saydığı cinsel göndermeler üzerine açılışın naklen yayınını kesmiş. Oysa Fransızlar senaryoyu önden paylaşsalardı, araya “Fransız dostu Osmanlı padişahı” fragmanı koyma karşılığı, böyle tatsızlıklar yaşamaz, üste para bile kazanırlardı! Yunanlılar kapanışa kendi bayraklarını bu şekilde eklemiş olabilirler mi diye aklıma gelmiyor değil…

Tabii eleştirilen ögenin yerine her şeyi koyamazsınız! Sonuçta “bazı şeyler” anlık değil ve kolay kolay anlaşılmaz hale de getirilemiyorlar… Örneğin Résistance’ı, Fransız halkının Nazi işgaline Direniş’ini bu senaryoya meze etmek zordur! 

Paris Olimpiyatlarında vatansız kalmış mültecilere alan açmayı öngörenler nasıl olur da Fransız Direnişinin “Kırmızı Afiş”ini hatırlamazlar? Adıyamanlı Misak Manuşyan’ın lideri olduğu, göçmen işçilerden oluşan ve komünist ozan Aragon’un yorumuyla “Fransa için ölen” gerillaları diyorum… Eylemleri arasında bir SS generaline suikast de vardı. Belki bundandır hatırlanmamaları.

Ev sahibi kentin hafızasına tanıklık etmek istiyorlar mıydı gerçekten? Birinci Dünya Savaşı’nın startını veren tabancalar Avusturya-Macaristan veliahdı dışında, bir de savaş karşıtı, Fransız sosyalist lider Jean Jaurès’e isabet etmişti. Elbette Paris’te yaşanmıştı olay. 

Bu iki olayın da şansonları vardır, tabii ki1. Paris’i resmetmeye cidden niyet etseydi düzenleyiciler, Lady Gaga’ya sıra mı gelirdi!

Biri bana Paris’in son on yıllarını nasıl resmetmeli diye sorsa, kendi payıma, Sarı Yelekliler’i, özelleştirme ve emeklilik “reformlarına” karşı işçi sınıfının benzersiz eylemlerini, yoksul siyahların ırkçı uygulamalara karşı ortalığı birbirine katmalarını sayardım. Ne var ki, bunlar “konsept”e uymazdı! Anlık değil tarihsel kaçarlardı… Moda defilesi varken, değer mi yani…

Kimi katılımcılar, hazır Seine Nehri’ne çıkmışken gündeme kendi eklemelerini yapıverdiler. Cezayir takımının 1961’de cesetleri o sulara gömülen kardeşlerini çiçeklerle andığını öğrendik. Muhtemelen eylemlerini basına kendileri servis etmişlerdir. 

O sırada Paris devasa bir televizyon stüdyosu olarak organize edilmişti, çekimler çekimleri kovalıyordu! Cezayirliler kadraja girmemişlerdir muhtemelen, ama bir biçimde tarihe kayıtlarını düştüler. Ama ne 1848 Haziran’ında ve 1871 baharında, kanları kentin özellikle Doğu mahallelerini sulayan on binlerce işçi ve Komüncü için kimse çiçek bırakmadı Seine’in çamurlu sularına… Fransa’nın Büyük Devrimi ve Direnişi arasındaki unutulmaz anlarıdır.

Çamur demişsem, Paris’te yağmurlu günlerdi ve yağmur suyu şehrin kanalizasyon sistemine dolup lağımı alıyor ve nehre ulaştırıyordu. Bu durum açık hava yüzme yarışlarına engel sayılmadı. Reklam anlaşmaları ona göre yapılmış olmalı. Yüzücülerin aldıkları doktor raporlarını ekranlara yansıtmazsınız, olur biter.

Anlık ve anlaşılmaz senaryo Fransa’da sahnelendiğinden, devrimcilerin on yıllarca dillerinden düşürmedikleri Fransız milli marşı La Marseillaise için mecburen bir risk alındı. Eski Olimpiyatlar sporcuya odaklanarak esasen stadyumda açılırdı. Sonra havai fişekçilerin zengin edilmesine karar verildi. 2024’te ise bütün dünyaya dev bir Paris reklamı yapılmalıydı. Bu kültürü can-can dansı, rap müzik vb.'ye indirgemek zordu tabii. Neyse ki, marşın Raboçaya Marselyaza2, yani “İşçilerin Marseyyez’i” biçimini alıp Sovyet Rusya’ya milli marş olarak hizmet verdiği kısa zaman diliminin üstünden çok zaman geçmişti. Bolşevikler onun yerine Fransa’da yükselmiş bir başka “şansonu”, Enternasyonal’i koymuşlardı…

Madem bu iki marşı andık, ister saptama deyin ister tez, şöyle diyebilirim: Fransa anlık ve anlaşılmaz’a sığdırılamaz bir tarihselliktir. Olimpiyatlar geçer gider, bakmışsınız Paris’in devrimci tarihi kalmış!

Gün gelecek tam da öyle olacak; ama günümüzde mesele neyin para ettiği... Özgürlük moda olanın bir özelliği olmuşsa, Olimpiyat Köyünde maliyetlerin nasıl kısılacağına bile bakılır. Fransız enerji tekelleri Amazon ormanlarını kesedursun, “karbon ayak izini” azaltmak için sporcuların beslenmesinden kesilebilir! Nitekim yemeklerin yüzde 60’ından fazlasının vegan olması kurala bağlanmış. Elbette karbon ayak izi adına! Siz bunu şöyle okuyun: Fransız kapitalizmi sporcuları böyle besleyerek kâr oranını biraz daha arttırmanın yolunu bulmuş... Kim kaç avro kazandı; eğlenceli ve hüzünlü bir araştırma konusu olmaz mı?

Açılışta “gizemli koşucu”, kapanışta uzaylı! Anlamlı bir çağrışıma vesile olamayacak ölçüde saçma olan bu figürler bir yana, antik olimpiyatların ana vatanının modern Yunanistan’ın bayrağıyla sembolize edilmesine ne demeli? 

Başka araştırma konuları da var... Ben atlamış olabilirim, ama Rıza Kayaalp dahil, kaç Türk sporcunun doping yüzünden Olimpiyattan ihraç edildiğini merak ediyorum. Başkaları bir yana, Kayaalp Erdoğan tarafından “spor müşavirliğine” atanmış bir mühim devlet şahsiyetiydi. Yarışlara katılabilseydi, Mijain Lopez Nunez’le bir kere daha karşılaşması söz konusu olabilirdi. İlginç olurdu; varsa bir olimpiyat ruhu, beş olimpiyat altın madalyasını sıralarken Rıza’ya üç defa denk gelen Kübalıda var. Kayaalp’in o ringe çıkmaması eksiklik gerçekten!

Türkiye çok dalda katılmış olmakla avunsun; benim merak ettiğim iktidar cephesinde hiçbir zaman muteber sayılmayan kadın voleybol takımına nasıl tuzaklar kurulduğu. Federasyon Başkanı kazandığımız bir maç sonunda “söyleyecek çok şey var, ama sonra” demişti. Merak uyandırmıyor mu?

Küba’dan hemen ayrılmayalım. Aklıma mültecilere gösterilen “incelik” geldi yine. Olimpiyat Komitesi’nin yurdundan edilmişlerin 300 milyona dayandığı koşullarda yaşamı tehlikeye düşmüş insanlardan bir mülteci ekibi oluşturmasına kim itiraz edebilir? İyi de, zulüm görmüş olma ihtimali sıfır iki Kübalının burada ne işi olur! Siyaset diyeceksiniz, ama siyasetin spora karıştırılması, Olimpiyatlarda mümkün olmadığı ilan edilmiş bir ilkedir…

Siyaset yoksa, demek ki, Olimpiyat Komitesinin Ukrayna’yı savaşta mazlum ilan etmesi siyasi değildir! Olimpiyata katılması uygun görülen birkaç Rus ve Belarusyalıdan açılış töreni esirgenmiştir; neme lazım, siyasi bir şey yapmaları ihtimali baştan kapatılmalıdır! Yasak, kapanış töreni için kaldırıldığında bu sporcuların mutluluktan gözleri yaşarmış mıdır? Komite’nin Rusya ve Belarusyalı sporculara “tarafsız statüyle” yarışma koşulu olarak savaşa ilişkin siyasi kanaatlerini sorması da siyaset değildir! Olimpiyat Komitesi siyaset bulaşmasın diye o kadar duyarlıdır ki, mülteci takımından bir Afgan göçmenin “Afgan kadınlara özgürlük” yazan giysisi ihraç gerekçesi olabilir! Hal böyleyken örneğin çocuk tacizinden hüküm giymiş birileri “olimpiyat ruhuna” aykırı görülmemiştir. Taciz siyasi olmadığına göre sorun yoktur!

Her dört yılda bir “piyasa batağı” rekorunu kıran Olimpiyat organizasyonu için bütün bunlar şaşırtıcı olmuyor. Doğal olarak Paris bütçesi bir önceki Tokyo’yu aştı. 10 milyar dolar olarak tahmin edilen 2024 bütçesinin hangi şirketlere nasıl dağıldığı da bir başka araştırma konusudur. Belki de şimdiden yapılmıştır…

TV sunucularının, muhtemelen Olimpiyat Komitesinin açılış için dağıttığı basın bülteninden öğrendikleri “farklılıklarımızla beraberiz” mesajı, İsrail ve Filistin bayraklarını kast ettiğinde tek sözcükle korkunç bir şakaya benzemiştir.

Ya XY kromozomu ne olacak? Erkek olma kriterlerinin en kuvvetlisine sahip olan, ama kendini kadın olarak hissettiğini beyan eden bazı sporcuların özellikle dövüş sporlarına ilgi göstermeleri ilginç değil mi? Böylece “aşkın kenti Paris”, “kadına karşı şiddetin kentine” dönüşüyor! Bıraktım, bu yolun mantıksal devamında kadınların madalya kürsülerinden tasfiye edilecek olmasını, bin bir mücadeleyle geriletilen erkek şiddeti ringe çıkmış ve milyonların gözü önünde inanılmaz bir meydana okuma gerçekleştirmiş bulunuyor. İlgili ulusal makamlar gönderdikleri sporcunun erkek olmadığını beyan ettikten sonra Uluslararası Olimpiyat Komitesi kalkıp kromozom diye tutturacak değildi ya! Uydurmuyorum, böyle dediler…

Hakem tasarrufları her zaman tartışılır. Ama saygısızlık edip de tartışmalı kararların istatistiği çıkarılsa, Amerikalıların değiştirilen kararlardan, verilen cezalardan pek şikâyetleri olmadığını daha net görebilirdik. Neyse, benimki kanıtı olmayan yüzeysel bir gözlem…

Eurosport’ta izleyiciye dayatılan bir reklam ise, yüzeysel gözlemler gibi yanılgı payı barındırmıyor. Slogan “Devrim Fransız İşidir” diyordu.

Belli ki, tekellerin olimpiyat keyfine diyecek yoktu! Paris’in mesajı “lağıma girmek istemiyorsan sporu paranın saltanatından kurtarmalısın” olmalıdır.

Yoksa:

Sporcuyu figüran yap, sok lağımın içine, kadın dövdür, geç dalganı, devrim kavramıyla bile geç dalganı, 
say paraları, say paraları, 
say paraları…