Paris’te ciddiyetsizlik ve kucaklaşmalar 

Her yarışmanın sonunda, daha iyi bir dünya olasılığını yeniden teyit eden kucaklaşmalar beni duygulandırıyor; bu yeni dünya ancak Olimpiyat sahasının dışında inşa edilebilecek olsa bile.

Erique Ubieta Gomez

Erique Ubieta Gomez'in 31 Temmuz 2024 tarihinde Cubasí'de yayımlanan yazısını Derya Ünlü Türkçeye çevirdi.

Anlaşılmaz ve anlık olanın ateşi tüm fikirleri tüketiyor. Bugün, şu anda yaşadığımız yakıcı olay ve gündemlerin, dakikalar sonra ya da yarın gölgesinde kalacağı Olimpiyat Oyunları sürerken kişisel bir görüş yazmak zor olsa da her sporcunun, her spor aşığının midesinde, yüreğinde kaçınılmaz olarak halkıyla paylaştığı zafer ya da yenilgi için bastırılamaz bir sevinç ya da üzüntünün iz bıraktığı bir gerçek.

Fakat unutmak için onca uğraştığımız, oldukça yakınımızda olan savaşın dehşetini gizleyen Oyunlar üzerine düşünmemek daha da zor: Açılış töreninde, Paris zenginliğini, gücünü ölçüsüz bir şekilde sergilerken -zenginlik sergilenemeyecekse ne işe yarar- zaman zaman donuklaşıyor ve Fransız Devrimi'nin kanlı olaylarını gülünç ve vodvil tonlarında taklit ediyor: Marie Antoinette'in konuşan kafasını ve Saray'ın pencerelerinden flamalardan yapılmış kanları endişe verici bir ciddiyetsizlikle sergiliyor. Ancak bu gösterilerde sergilenen kanın aksine, bugün Filistin sokaklarında, Fransa'nın Ukraynalı faşistlere gönderdiği silahlarda, ABD ablukasının ve Avrupa hükümetlerinin suç ortağı "laissez-faire"inin Küba'daki hasta çocuklara ulaşmasını engellediği ilaçlarda, Venezüela'daki devrimci hükümetin seçim zaferini gayrimeşru göstermeye yönelik utanmaz komploda gerçek kan var.

Avrupa mahkemelerinin hassasiyetleri değil endişelendiğim konu. Zira köhnemiş kraliyet kurumunun uzun zaman önce ortadan kalkmış olması gerekiyordu. Beni asıl düşündüren sergilenen aldatmaca; Fransız Devrimi’nin gerçek kahramanlarıyla alay edilmesi. Bu gösterilen ne sarı yeleklilerin Fransa’sı, ne de son parlamento seçimlerinde aşırı sağı durduran Fransa. Gerçekten farklılıklara saygı mı? Yoksa sadece bedensel farklılıklara yönelik, şişman ya da zayıf, sakat ya da kör, beyaz, siyah ya da sarı olmana duyulan saygı mı? Sahte bir renk yelpazesi farklılıktan kastedilen. Gerçekten özgürlüklere saygı mı? Yoksa sadece cinsel yönelimimiz ya da bizi hapseden kurallar olmadan hareket etme ve giyinme özgürlüğü mü?

2010’da Berlin’de rastladığım, gençlere yönelik bir giyim markasının reklamını hatırlıyorum: Sloganı “Aptal ol” idi. Fakat mesaj çok daha derindi: “akıllı olanın ya da zeki olanın beyni olabilir, ama aptal olanın taşakları vardır”. Reklamda çeşitliliği ima eden farklı fotoğraflar yer alıyordu. Bu çeşitlilik reklama göre gençliğin isyanını, asiliğini temsil ediyordu: güvenlik kamerasının önünde çıplak göğüslerini gösteren bir kız, rastgele bir caddede trafiği engelleyerek kafasının üzerinde duran bir adam… Aptal (asi) olmak şuydu: saygısız, uygunsuz, komik olmak. Oysa, İspanyol gazeteci Pascual Serrano'nun Olimpiyat Oyunlarının açılış gösterisiyle ilgili attığı bir tweet, geçmişte isyancı olmanın bankaları kamulaştırmak ve topraksız köylülere toprak dağıtmak olduğunu ironik bir şekilde hatırlattı. Hâlâ da öyle. İstiyorlar ki bunun farkında olmayalım, bedenlerimizde kilitli kalalım; modaya, önemsiz şeylere zincirlenmiş, daha ileri, aşkın amaçları olmayan bir özgürlüğün sınırlarını aşmayalım.

Çeşitliliğe ve özgürlüğe saygı ise bunun çok daha ötesindedir: Filistinlilerin toprakları, Venezuelalıların petrolleri üzerindeki egemenlik hakkını, halkların bireysel ve kolektif olarak saygı görme hakkını; herkesin yaşam, sağlık, spor, bilgi, sosyal ve kişisel refaha erişme hakkını içerir: Şişman ya da zayıf, siyah, beyaz ya da sarı, kadın ya da erkek, heteroseksüel ya da başka bir cinsel yönelimden, herhangi bir dinden ya da kültürden olan, ister Avrupa’nın Bahçesi'nde ya da İnsanlığın geri kalanının yaşadığı varsayılan "Orman"da (Oğul Bush’un dediği gibi dünyanın altmış karanlık köşesi) doğmuş olan, herkesin hakkını içerir. Entegrasyonu ya da çeşitliliği temsil ettiğini iddia eden ve Olimpiyat meşalesiyle birlikte dört eski büyük atleti getiren mavna amacının çok uzağında kaldı: Seçilen atletlerin hepsi Avrupalı ya da Amerikalıydı. İkisi elitist bir spor olan saha tenisindendi ve Olimpiyatlarda başarıya ulaşamamış sporculardı. Oysa gerçekten çeşitliliği yansıtmak istiyorlarsa, Afrikalı bir uzun mesafe koşucusunu ekibe dahil etme fırsatını kaçırdılar, -tüm kökenlerden Fransız halkına saygı duymak iyidir ancak dünyanın her köşesinden insanlara saygı duymak daha güzeldir-, Jamaika'dan Usain Bolt ya da Küba'dan Javier Sotomayor’la veya üç Olimpiyat şampiyonluğu ile 20. yüzyılın en iyi voleybol oyuncusu ilan edilen Regla Torres ile temsil edebilirlerdi Olimpiyat Oyunlarını.

Yalan söylemeyeceğim: Oyunlardan, Küba delegasyonunun performansından, dezavantajlı koşullarda antrenman yapan ama bazen ABD ablukasının elektrik kesintilerine maruz bıraktığı şehirlerinin sahip olmadığı ışığı göğüslerinde taşıyan Kübalı kadın ve erkekleri izlemekten hem keyif alıyorum hem de buna üzülüyorum. Ve henüz erken olsa da Filistinli bir yüzücü sert vuruşlarla yüzerek üçüncü olduğunda heyecanlanmadan edemiyorum. Ama üçüncü olmasına rağmen yarı finale kalamadı. Çünkü, o, ev sahibi ülke Fransa'nın tanımadığı, dinle maskeledikleri jeopolitik çıkarlarla yok edilmeye çalışılan bir milleti temsil ediyor. Filistinli yüzücü, İspanyol gazeteci Iván Molero'ya şöyle konuştu: “(Havuzda) bir kulvarım var sadece Filistin için, sadece Filistin için bir zaman belirledim. Bu benim barış mesajım, çünkü dünya bizim de insan olduğumuzu bilmeli".

Kübalı plaj voleybolu ikilisi Amerikalılara karşı geriden gelip sekiz sayı aldığında ve açılış maçını iki sette sıfıra karşı kazandığında sanki ben de oynuyormuşum gibi zıplamaktan kendimi alamıyorum. İki kez Olimpiyat şampiyonu olan Julio César La Cruz, köşesinde Kübalı antrenörler tarafından desteklenen ve hepsi Azerbaycan'ı temsil eden bir başka Kübalı boksöre karşı farklı bir skorla kaybettiğinde de bundan etkilenmeden edemiyorum. Kübalı boksörün, kazanacağı madalya onu yetiştiren ülke için bir anlam ifade etmese de kökenini ve aldığı eğitimi inkar etmediğini bilmek beni biraz olsun rahatlatıyor. Onun bu tutumu, Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin Küba'da zulüm görmeyen ama başka bir ülkede yaşamaya karar veren iki Kübalıyı Olimpik Mülteci takımına dahil etme yönündeki politik kararıyla tezat oluşturuyor. Ancak zaferlerin ve yenilgilerin ötesinde, her yarışmanın sonunda, daha iyi bir dünya olasılığını yeniden teyit eden kucaklaşmalar beni duygulandırıyor; bu yeni dünya ancak Olimpiyat sahasının dışında inşa edilebilecek olsa bile.