Enflasyon kimin umurundadır? Halkın umurundadır ama iktidar edenlerin değil. Maksat seçimleri kurtarmaksa, her yol caizdir! Halkı afyonlamak hâlâ tutar mı, bu ayrı bir konudur.

Saadet zinciri: Kredi pompalaması

Sol Gazete’de “Enflasyon Yeniden” başlıklı son yazımızda AKP iktidarının en umurunda olmayan şeyin bir bakıma enflasyonist gidişat olduğunu vurgulamıştık. “Umurunda olmamayı” yanlış ifade etmiş olmayalım: Enflasyonu, uyguladığı politikanın kaçınılmaz sonucu olarak veya bu politikanın “katlanılabilir bir yan maliyeti” olarak görmektedir. Ve bu maliyetin sorumluluğunu üzerine almama imkânlarına artık daha fazla sahip olduğunu düşünmektedir.

Nedir bu imkânlar? Birincisi, gerçek enflasyonu değil çarpıtılmış TÜFE verilerini topluma dayatma imkânıdır. Şimdi TÜİK dışında enflasyona ilişkin veri derlenmesi, hesaplanması ve açıklanmasını yasaklama peşinde olması da bu bilgi üretme tekelini -Anayasaya aykırı olarak ama otoriter bir rejime uygun olarak- elinde daha sıkı tutma girişiminden başka bir şey değildir. Çünkü TÜİK’in açıkladığı TÜFE verileri bölüşüm ilişkilerinin ayrılmaz bir parçasıdır ve buna “hariçten” müdahaleler istenmemektedir.

İkincisi, AKP enflasyon artışlarını yıkabileceği iki dış etken bulmuştur. Birincisi hayli eskidir ve pandemik krizin de etkileriyle tedarik zincirlerinin bozulmasına bağlı boyunca devam etmiştir: Dünya emtia fiyatları yükselme eğilimindedir. Ama AKP-Erdoğan bunu şimdi etkin olarak kullanmaktadır. Çünkü artık Ukrayna savaşı üzerinden buna ilave etkiler gelmiştir (buna bazı tarım ürünlerinde ihracat yasakları ve petrol-doğalgazda dış ticaret engellemeleri de eklenmelidir) ve ikisini birden kullanmak daha verimli görülmüştür. 

Bu arada döviz kuru-TL paritesinin döviz lehine hızla bozulması da alışıldık üzere Türkiye ekonomisine ayar çekmeye çalışan dış mihraklara havale edilmiştir. Ama işbilir Erdoğan rejimi bunu Kur Korumalı Mevduat (KKM) uygulamasıyla boşa çıkarmıştır!

Kredi pompalaması ile seçimleri kurtarmak!

“Hakikatlerin tek elden belirlenmesi modeli” olan bu anlatının ne kadar inandırıcı olduğu ve olabileceğinin tartışılması bu yazının konusu değildir. Biz bu “modelin” ekonomik arka planının nasıl işlediğine bakmaya çalışalım.

Bankacılık sistemi bu “modelin” baş oyuncusu durumundadır. Bankacılık sisteminin payandalarını oluşturan oyun kurucu durumundaki TCMB ve Hazine de başrolleri paylaşmakla birlikte daha gölgede kalmayı seçmektedirler. “Modelin” arka planında, kamu ve özel bankaların ucuz finansman kaynaklarıyla fonlanması bulunmaktadır. İkili bir ucuz fonlama ayağı vardır: TCMB’nın politika faizi %14’te tutularak, Bankalara şimdilik Mart ayı TÜFE düzeyine göre eksi %47’lik negatif faizlerle kaynak sağlanmaktadır. İkinci ayak, mevduat toplama maliyetin %14 ila 17 aralığında tutulabilmesidir. KKM’ye döviz bozdurularak mı yoksa TL üzerinden mi geçildiğine bağlı olarak kur farklarını TCMB veya Hazine karşılayacaktır. Son tahlilde asıl karşılayan Hazine yani vergi yükümlüleri olacaktır.

Peki bankalara görülmemiş düzeylerde ikramlarda bulunan Hazine (bu arada, şimdiye kadar bankalar arka kapı döviz satışlarından ve swaplar üzerinden kayıplara uğramışlarsa, bunlar da telafi edilmiş olmaktadır) bunun karşılığında yeni ne talep etmektedir? Fon maliyetinin üzerinde ama enflasyon düzeyinin çok çok altında faizlerle piyasayı ticari kredilere boğmak! Ticari kredilerin son dönem ortalamasının %21 civarında oluştuğu hatırlatılır ve TÜFE’nin Ocak-Mart 2022 döneminde %48 ila %61 arasında oluştuğu dikkate alınırsa, ne denli büyük bir kredi sübvansiyonundan bahsettiğimiz belki daha iyi anlaşılır. Hele bir de şirketler açısından daha anlamlı olan ve bu yıl %93 ila %115 arasında gezinen ÜFE endeksi dikkate alınsaydı, “ballı” kredilerin anlamının herhalde her türlü ölçünün dışına çıkmış olduğu anlaşılırdı. Nitekim bankaların kredi hacimlerindeki patlama bu durumu çok iyi özetlemektedir: 2021’in ilk üç ayında 33 mr. TL olan ticari kredi hacmi, 2022’nin ilk üç ayında 340 mr. TL’ye sıçramış durumdadır. 

Normal koşullarda, hayır kurumu olmayan banka yönetimleri bugünkü çok yüksek enflasyon düzeylerinde bu denli düşük faizlerle kredi vermeyi gündemlerine bile almazlardı, çünkü batarlardı. Oysa şimdi batmak bir yana çok yüksek kârlılık düzeylerine çıkmış durumdalar, çünkü fon maliyetleri ile kredi faizleri arasındaki makas hâlâ çok lehlerine.

Üstelik sıkı durun: Bakan Nebati’nin (ihracatçı, ithal ikameci ve turizmci) şirketlere son müjdesi, %9 faizli 150 mr. TL seviyesinde bir yeni kredi paketidir. Peki, iki yılı geri ödemesiz olacağı ilan edilen bu uzun vadeli ve aşırı sübvansiyonlu kredilerin faiz risklerini kim üstlenecektir? Buraya kadar söylenenlerden sonra bu soru anlamsız bile kaçmış olabilir; elbette arka plan oyuncuları olan TCMB ve Hazine üstlenecektir. Başka deyişle, lütfen aynaya bakınız.

AKP’nin emekçi kesimler ve çiftçi aleyhine bir bölüşüm şokuna dönüştürdüğü gelir dağılımı bozulmaları, Korkut Boratav hocanın 2016 sonrasındaki dönem için net MG (SYH) hesaplamasıyla, 1980’lerdeki bölüşüm şokunu bile şimdiden aşmış durumdadır. 

Bu bozulmalar birincil bölüşüm ilişkileri bakımından olduğu kadar banka mudileri açısından dahi geçerlidir. Vadesiz mevduat sahipleri kadar (ki Türk Parası mevduatın %20 si kadardır) KKM’ye geçmemiş TL cinsi vadeli mevduat sahipleri de bu oyunun en büyük kaybedenleridir. KKM’ye geçmiş olanlar ise dövizlerde TL’ye kıyasla kur artışları olduğu sürece kur farklarıyla durumu kurtarabilecekler ve diğer mevduat sahiplerinin aksine gelir dağılımından aldıkları payı yükseltebileceklerdir. Buna bir de, şimdi hazırlıkları yapıldığı anlaşılan “enflasyon korumalı vadeli mevduat hesapları” da eklenirse -ki herhalde belli bir mevduat büyüklüğünün üzerinde çalışacak ve büyük mevduat sahipleri lehine işleyecektir- bölüşümdeki bozulmalar iyice körüklenmiş olacaktır.

Kasım 2021 sonrasında enflasyon düzeyinin yarısını hedefleyen bir faiz oranıyla bile kur ve enflasyondaki patlamalar önlenebilecekken, bugün gelinen noktada “enflasyon korumalı mevduat” uygulamasıyla %60-%70’ler düzeylerinde faiz ödemelerine razı olunabilecektir. Ama nasıl oluyorsa bu, mucizevi olarak, ticari kredi faizlerini de etkilemeyecektir; çünkü enflasyona karşı korumanın maliyeti de TCMB ve Hazine üzerine bindirilecektir. TCMB’de böyle bir kaynak yoktur; peki Hazine’de var mıdır? Yoktur. Dolayısıyla, banknot matbaasına daha fazla iş düşecektir. Sonuçta bütün bunların etkisiyle oluşacak parasal genişleme enflasyonu daha da körükleyecektir. Burada tekrar başa dönüyoruz; enflasyon kimin umurundadır? Halkın umurundadır ama iktidar edenlerin değil. Maksat seçimleri kurtarmaksa, her yol caizdir! Halkı afyonlamak hâlâ tutar mı, bu ayrı bir konudur.

Sonuç alınır mı?

AKP bu yöntemi 2017’de de uygulamıştı. Düşük büyüme beklenen o yılda, Hazine’den fonlanan 250 milyar TL’lik Kredi Garanti Fonu kaynakları başta olmak üzere büyük bir kredi genişlemesine gidilmiş ve %7,4’lük hormonlu bir büyüme sağlanabilmişti. Peki bundan beklenen siyasi sonuç alınabilmiş miydi? Aslında hayır: AKP 2017 Anayasa Referandumunu gerçekte kaybetmiş, ancak YSK ve mühürsüz oylar hüllesiyle kazanmış görünmüştü!

2020 Kovid-19 salgınında da bu tür bir (konut ve araba) kredileri pompalamasıyla ekonomi büyümeye zorlanmış ve dünyadaki eğilimin tersine düşük de olsa pozitif büyüme sağlanabilmişti. Şimdi AKP bu en iyi bildiği bu yoldan ilerlemek istiyor. Üstelik, 2017 ve 2020’nin toplamından çok daha çaplı bir kredi genişlemesi pompalanarak! Enflasyonu azdırmak, görülmemiş düzeyde bölüşüm şokları yaratmak ve Hazine’yi batırmak pahasına!

“Benden sonrası tufan” yıkıcılığında gelişen bu politikalara karşı küçük üreticiler dahil tüm emekçi kesimlerin haklarını savunarak, onları hak ve talepleri etrafında örgütleyerek, sınıf temelli bir politika ekseninde meydanlarda buluşturarak bir siyasi çıkış aranabilir ancak. Yoksa meseleyi sadece “Beşli Çete”ye indirger ve artık çok göze batan sermayenin sınırsız sömürüsünü perdeleyerek yol almaya kalkarsanız, bu katmerli çelişkiler ortamında dahi bir sermaye iktidarıyla arayı kapatmakta zorlanırsınız!