"Alman devletinin yapısal kısıtları içerideki faşizmin sokak faşizmiyle buluşturulmasını gerekli kılmaktaydı. Hitler’i engelleyerek Hitlercilik oynamak pek de mümkün değildi."

Portreler V: Gregor Strasser – Faşizm faşistleri de vurur VIII

1929 Krizi sonrası Almanya bir tür sürüklenme yaşıyordu. 10 yıldır kurulmaya çalışılan zayıf ve nahif burjuva demokrasisi parçalanıyor, Prusya militarizmiyle Alman burjuvazisinin sinikliğini bir potada eriten devlet giderek burjuvazinin ve diğer mülk sahibi sınıfların açık diktatörlüğüne dönüşüyordu. Parlamento dışı hükümetler, ordunun siyasi iktidar üzerindeki belirleyici etkisinin daha da hissedilir hale gelmesi, odundan titan Hindenburg’un1 bu gelişmeyi kolaylaştıracak her türlü adımı pervasızca atması ve özelikle yargı ve emniyet güçlerinin aşırı sağa karşı müsamahalı tavırlarının gizlenemeyecek düzeylere çıkması; Weimar çöküyordu, bir süre sonra peşi sıra Avrupa’yı da sürükleyecekti.

1929 Kriziyle birlikte Almanya’da sınıflar çatışması, bir süredir yatırıldığı uykudan apansız bir şekilde uyandı. Özelikle Ren ve Ruhr bölgeleri kitle grevleriyle sarsıldı. Yükselen işsizlik sınıf bilincinin fabrika duvarlarının ötesine, sokaklara yayılmasının önünü açtı. İşçi sınıfının yükselen radikalizmi özellikle uzunca bir süredir alarm durumunda bekleyen büyük burjuvaziyi sıradan ve normal yöntemlerin sağlayabileceğinin dışında bir istikrar ve güvenlik arayışına itti. Burjuvazinin azman katmanlarına göbekten bağlı merkez sağ partiler ve ordu bu durumda giderek aşırı sağa kaymaya başladılar. 1929’la birlikte sanki bir tür olağanüstü hal ilan edildi. Ortaya bir tür olağanüstü hal devleti çıkmaya başladı (nitekim iç savaşın kızıştığı bu dönemde giderek Nazilere iltihak edecek ve şu aralar tüm kitapları Türkçeye çevrilmiş olan Carl Schmitt tam da bu kavramla anlatacaktı durumu).

Bu gibi durumlar örneğin Doğu Avrupa’nın güdük ve gerici ülkelerinde çoğunlukla gerici ve aşırı sağcı askeri darbelere yol açtı. Almanya’da ise bu yol, yani ordunun apaçık bir şekilde bir tür askeri diktatörlüğe yönelmesi birkaç nedenden dolayı çok zordu. Birincisi Doğu Avrupa’nın azgelişmiş kapitalist örneklerine nazaran Almanya’da güçlü ve örgütlü bir işçi sınıfı vardı; dolayısıyla bu türden bir adımın bir değil, birkaç olası sonucu olabilirdi. Bunlardan biri toplumsal bir devrimdi; ve Alman burjuvazisi 1919 ile 1923 arasında edindiği hafızadan dolayı bu olasılıktan ölesiye korkuyordu. İkincisi ise Alman ordusu henüz Versay Barışı’nın dayattığı kısıtlara en azından görünürde sadık kalarak boyutlarını küçük tutmak zorundaydı. Dolayısıyla operasyonel olarak serbest ve etkin değildi. Üçüncüsü ise, bir askeri diktatörlük Versay Barışı’na yönelik apaçık bir ihlal anlamına gelecekti ki Batı emperyalizmiyle kurulan iş ilişkilerini bozmamak ve ülkeye girmekte olan Amerikan ve İngiliz sermayesini ürkütmemek adına Alman burjuvazisi henüz bu türden bir adımı düşünecek kadar cüretli ve yürekli değildi. Netice olarak bu türden bir almaşık gündemde değildi.

İkinci yol; ki bu yol denendi; yürütüme gücünü Weimar demokrasisinin kural ve kaidelerinin dışında olacak bir şekilde otoriter bir merkez sağ yapılanmanın eline teslim etmekti. Ordunun yedek kulübesinden destek vereceği bu adım aynı zamanda odun Hindenburg’un desteğiyle birlikte otoriter bir yönetim talebini karşılayacak ve parlamenter sistem içinde ve anayasal bir çözüm gibi görünecekti. Bu türden bir yönetim aynı zamanda giderek aşırı sağa kayarak, devletin içinden yükselen faşizan damarı da besleyecek ve burjuvazinin korkusunu giderecekti. Daha önce bir yerde yazmıştık; faşizm burjuva demokrasisinin gaz çıkarmasıdır. Böylece gaz alınacak ve rahatlama sağlanacaktı. Nitekim 1930 ile 1933 arasındaki ardışık Brüning, von Schleciher ve von Papen hükümetleri bu tarihi rol ile donanmış bir şekilde ortaya çıktılar; ancak olmadı. Brüning, von Papen ve Schleicher hükümetlerinin çıkardıkları, tahliye etikleri gaz iç savaşı nihayetlendirmeye yetmedi.

Yetmedi, çünkü işçi sınıfı 1919-1923 arasında ağır bir yenilgiye uğramış olsa bile iradesini muhafaza etmekteydi. İç savaşların kuralıdır; düşmanın iradesi sadece moral olarak değil, fiziksel olarak da yok edilmelidir. Bu üç şarlatan temsil etikleri kadrolar ile birlikte devlet mekanizmasının tepesine oturtuldular; yeteceğini sandılar ancak yetmedi. Öncelikle Almanya federatif bir yapı olduğu için merkezi iktidar kadar yerel iktidarlar da çok önemliydi. Yerel düzeyde ise işçi sınıfını temsil eden partilerin egemen olduğu bölgeler vardı. Örneğin Prusya (ki Almanya’yı oluşturan unsurların en önemlisiydi) sosyal demokratların kalesi gibiydi. Keza Thuringia’da KPD, Ren kıyısında ise yine sosyal demokratların kitlesel ağırlığı vardı. Dahası, Alman devletinin içinden faşizm sökün etse de henüz yasallık ciddi bir kısıt idi. Üstelik devletin elinde kitlesel bir yok etme ya da bastırma harekatı için yeterli kadro ve kaynak yoktu. Son olarak, bu üç soytarının hükümetleri Alman büyük burjuvazisinin ufkunu temsil etse de iç savaş işçi sınıfına karşı tüm servet ve mülk sahiplerinin, tüm gericilerin ittifakını gerekli kılıyordu. Odun Hindenburg’un atadığı bu dekadan burjuva politikacılar ise bu türden bir temsil yetisine ne yazık ki sahip değillerdi. Bunun sonucunda Alman devleti, bilcümle gericiler, sermaye, servet ve mülk sahipleri, bu büyük koalisyonu temsil edecek bir siyasi özne arayışındaydı. Galiba Adolf anlamıştı ancak Gregor anlamaktan uzaktı.

Bu nedenle özellikle Papen ve von Schelicher 1932 Temmuz seçimlerinden sonra birinci parti olan Nazilere yönelik oldukça pragmatik amaçlara sahiptiler. İlk aşamada bir bütün olarak Nazileri iktidar koalisyonuna, ancak direksiyonu onlara bırakmadan, dahil etmek istediler. Olmadı, bahsedildiği gibi Adolf’un ve çevresinin iktidarı bir bütün olarak istediklerini çabuk fark etiler. İkinci aşamada ise Nazi Partisi’nin en azından bir bölümünü partiden kopararak iktidar koalisyonuna katmayı amaçladılar. Bunun faydalı iki sonucu olacaktı. Öncelikle SA’ların bir bölümünü kontrol edebilecekler, kalan kısmının ise rahatsız edici şımarıklıklarını ve başıbozukluğunu bastırabileceklerdi. İkincisi ise bu sokak gücünü devletin resmi güçlerinin yanına ekleyerek kendileri kullanabileceklerdi. Bu nedenle Gregor’a yaklaştılar; malum partinin ikinci adamıydı. Onu ikna edebilirlerse boşlukta asılı duran iktidarlarına iyi bir payanda bulabileceklerdi.

Gregor özellikle 1932 yılı içinde hem Alman büyük burjuvazisiyle, hem de güçlü otoriteryen aşırı sağ bir tür diktatörlük isteyen siyasi ve entelektüel unsurlarla bağlarını güçlendirdi. Bu arada özelikle von Schleicher ile giderek artan bir iletişim içindeydi. Üstelik henüz ses çıkmadığı için bu adımlarının parti tarafından desteklendiğini düşünüyordu (feci şekilde yanılıyordu). Dahası sağcı, Hristiyan veya sarı sendikalar ile ilişkilerini de güçlendiriyordu. Gregor, içinde Nazilerin de olacağı geniş bir aşırı sağ koalisyonu tesis etmeye çalışıyordu.

Hemen bir vurgu yapalım. Bu yazı dizisinin bir önceki bölümünde Gregor’un görünüşte bu süreçte merkez sağ unsurlar yaklaştığını belirtmiştik. Ancak bu süreçte yakınlaşma Gregor merkez sağa savrulduğu için değil, Almanya’nın tüm sağcı unsurlarının aşırı sağa, faşizme savrulmalarından dolayı ortaya çıktı. Sınıfsal iç savaşın kaçınılmaz bir eğilimidir; işçi sınıfına karşı genişleyen gerici bir cephe ve bu cephenin işçi sınıfını fiziksel ve moral olarak sindirecek bir faşizmin arkasında toplanması. Gregor, gelişkin olmayan öngörü ve sezgisiyle, bu sürecin mimarlarından olmaya çalışıyordu. Bedeli bedeni olacaktı.

Başta Adolf ve parti yönetimi Gregor’un bireysel inisiyatifiyle kalkıştığı bu harekete, tepki duysalar da, ses çıkarmadılar. Ancak 13 Ağustos 1932 önemli bir kırılmaya şahitlik eti. O gün Adolf, odundan dev Hindenburg ile görüştü. Tanenberg kahramanı henüz iktidarı Avusturyalı onbaşıya vermeye hazır değildi. Hitler toplantıdan öfkeyle ayrıldı. Adolf liderler tarihinin gördüğü düşünsel olarak en geri ve en cahil lider olabilirdi, ancak bir sırtlanın sezgi gücüne sahipti. Kudretli güçlerin Nazileri yedeğe alan bir iktidarı istediklerini anlamıştı. Bu tarihten sonra Gregor’un söz konusu kudretli güçlere yönelik serenatları açıktan eleştirilmeye başlandı. Gregor’un partinin yapısı içindeki kurumsal adımları yok edildi. Strasseristler (eğer böyle bir grup var ise tabii) yerlerinden edilmeye ve Gregor’un parti adına konuşması yasaklandı. Gregor’un persona non grata ilan edilmesine az kalmıştı. Belki Gregor ile Adolf yeniden uyuşabilecek bir taban bulabilirlerdi, bilinmez. Ancak bunu test etmeye fırsat kalmadan 1932 Kasım seçimleri geldi.

Kasım seçimlerinde Naziler yine birinci parti olarak çıktılar. Ancak Temmuz seçimlerine göre hem oy hem de sandalye kaybettiler. Moraller çok bozuldu. Gregor bu düşüşün Adolf ve yakın çevresinin sekter tutumlarından kaynaklandığını düşünürken Adolf ise suçlunun, geleneksel sağcı unsurlarla ve Schleicher gibi asker eskileriyle düşüp kalkması ve Nazileri sıradan düzen unsurlarıyla bir görmesi hasebiyle Gregor olduğunu iddia edecekti. İpler kopmaya yakındı. Son bir adım kalmıştı. Son adımın da mimarı 1929’dan sonra Alman iç siyasetine damgasını vurmuş iki asker olacaktı; von Schleicher ve Hindenburg.

Burada bir ara verelim. Galiba Engels şunu ima etmişti; tarihi büyük adamlar yapmaz ancak büyük adamları çıkarın tarihten geriye bir şey kalmaz. O bu imada bulunurken aklında Napoleon, Robespierre ya da Cromwell vardı. Şimdi geriye dönerek şu eklemeyi yapabiliriz. Tarih ve insanlık büyürken “büyük” adamlar, inisiyatif alabilen ve vizyonu olan büyük adamlar ilerleme dinamiklerinin hem nesnesi hem de öznesi olurlar. Bu açık; ancak ya gerileme dönemleri? Aslında eğilim tersinden işler, bu defa da tarihin vitrininin ön sıralarında “küçük” adamlar sahne alırlar. Vizyonsuz, çapsız ve tarihsel gerilemenin kuklası olarak ortaya çıkan bu tipler sanki kendilerini aşan gerici dinamiklerin kişileşmiş halleri olarak damga vururlar tarihe. Odun Hindenburg, Adolf, von Papen, von Schleicher ve Gregor tarihin geri çekilmesinin yarattığı yılışık, çapsız ve grotesk tiplerdir. Yukarıda anlatılan süreçte, Almanya’da Nazizimin iktidara yerleşmesi sürecinde bu tipler kendi beden ve zihinlerini aşan bir iradenin inisiyatifi olan ancak vizyonu olmayan özneleri ve nesneleri oldular.

Özellikle de Hindenburg ve von Schleicher; her ikisi de askerdi ve her ikisi de sayesinde resmi görevler edindikleri Weimar demokrasisini yok etmeye yeminliydiler. 1931 ile 1933 arasında bir tür saray darbesini hayata geçirdiler. Hindenbrug’un oğlu Oskar Hindenburg ve yaveri Otto Meissner bu darbe sırasında görünüşte getir götür işi yapıyorlardı. Ancak çok etkiliydiler; kimin kimi kullandığı belli değildi. Oskar ve Meissner Kasım seçimlerinde Naziler oy kaybedince seçimden önce ilişki kurdukları Gregor’u daha etkin bir şekilde kullanmayı denediler. Kasım seçimlerinden sonra von Schleicher’in şansölyeliğinde yeni bir parlamento dışı olağanüstü hal hükümeti için kollar sıvandı; Gregor’a bakanlık teklif edildi. Gregor’u kopararak Nazi partisini bölebileceklerini sandılar. Alman devleti adına yola getirilmiş bir Nazi partisinin iyi bir dayanak olacağını düşünüyorlardı. Ancak olmadı.

Adolf ile Gregor arasındaki kişisel ilişki hiçbir zaman çok yakın olamamıştı (hoş tüm biyografi yazarları Hitler’in gerçek anlamda hiç arkadaşının olmadığı konusunda hemfikridir). Adolf kasım seçimlerinden sonra Hindenburg ile bir kez daha görüştü ancak sonuç aynı idi. Gregor’un saray darbesini gerçekleştiren ekip ile yakın ilişkisi ve iktidarın Nazilere verilmemesi parti içindeki Gregor düşmanlarını gizli kapaklı adımlar yerine açık adımlar atmaya itti. “Davayı satmak”la suçlanan Gregor ise iyice sıkışmış hissediyordu kendisini. Son bir huruca girişti. Kendisine yakın hissettiği yerel parti örgütü (Gau) liderlerini topladı. Bu ekibin kendisini izleyeceğini düşündü, olmadı. Bir ikisi dışında geri kalanının Hitler’e ve Führerprinzip’e karşı çıkacak yürekleri yoktu. Bu arada parti yönetimi bu toplantıda alınan kararların halka ve parti örgütüne açıklanmasını yasaklamıştı bile.

7 Aralık 1932’de Gregor ile Adolf son bir görüşme yaptılar. Bu görüşmede Gregor pek de geri adım atmış gibi görünmedi. Tam tersine Adolf’a çevresindeki ekibin (Göring’in, Göbels’in, Himmler’in ve diğerlerinin) temizlenmesi gerektiğini belirtti. Galiba bu çıkışla idam fermanını da imzalamış oldu. Adolf da geri adım atmadı. Şimdi Gregor’un önünde üç seçenek vardı. Birincisi, özür dileyerek parti disipline uyduğunu belirtmek ve son iki yıldır attığı her adımı reddetmekti (ki bunun için artık çok geçti). İkincisi, kendisine teklif edilen bakanlığı kabul ederek parti içinde kopmaya yol açacak bir isyanı ateşlemek (ki buna da cesareti yoktu). Üçüncüsü ise tüm yetkili organlardan ve hatta partiden istifa etmek (asıl yenilgi buydu). Gregor üçüncüsünü tercih etti galiba, 8 Aralık 1932’de partiden değil ama tüm yetkili görevlerden ve kurullardan istifa etti. Bu adımla kendini kurtaracağını zannetti; faşizmin faşistleri de vuracağını hesap edemedi.

Son bir belirlemede bulunalım. Hindenburg – Schleicher – Brüning – Papen saray darbesi içeriden gelen faşizmin yeterli olacağı hesabına dayanıyordu, dışarıdan faşistleri getirmenin ya da iktidarı onlara vermenin çok da gerekli olmadığı varsayımından hareket eden bir darbeydi bu. Boş bir beklentiydi; Alman devletinin yapısal kısıtları içerideki faşizmin sokak faşizmiyle buluşturulmasını gerekli kılmaktaydı. Hitler’i engelleyerek Hitlercilik oynamak pek de mümkün değildi. Zavallı Gregor bu açmazın ve bu aymazlığın kurbanı oldu.

Son perde gelecek haftaya…..

  • 1. I. Dünya Savaşı sırasında Tanenberg’in kahramanı Mareşal Hindenburg için Berlin’de ağaçtan ve keresteden 12 metrelik bir Hindenburg heykeli yapıldı. Heykel aynı zamanda hayır ve bağış işlevleri de taşıyordu. Bu anıta çivi çakmak isteyenlerin ödediği para savaş dulları ve yetimlerine gidiyordu. Hindenburg bu anıttan dolayı bazı çevrelerce “odundan dev” (“wooden titan”) olarak adlandırıldı. Gerçi “wooden titan”ın doğru çevirisi ağaçtan dev olmalıdır ancak Hindenburg’un tarihsel misyonu düşünüldüğünde “odundan dev”i kullanmayı tercih ettik. Girişteki resim bu anıta aittir.