Köklü bir değişimin önkoşulu, emekçi sınıfın siyasi iktidarı ele geçirdiği, yani artık kural koyucu haline geldiği bir politik sıçrama, yani sosyalist devrimdir.

Kuralsızlık ve özgürleşme

Sınıflı her toplumda, ekonominin de siyasetin de maddi temeli sınıflar arasındaki mücadeledir. Bu maddi temelin üzerine inşa edilen hukuk, gelenekler ve benzeri yazılı olan ve olmayan tüm kurallar, sınıf mücadelesinin olağan koşullarda nasıl seyredeceğini, hangi öznelerin hangi eylemleri gerçekleştirmeye yetkili olduklarını, yani “oyunun kurallarını” belirler. Dahası, bu kural setleri aynı zamanda herhangi bir kuralın, kim tarafından, hangi koşullarda ihlal edilebileceğin bilgisini de içerir.1

Kapitalist toplumun doğuşuna vesile olan burjuva devrimlerinin en önemli meşruiyet kaynaklarından biri, önceki sınıflı toplumlardan farklı olarak, “hukuk önünde eşitlik” ilkesinin benimsenmesi, böylelikle her toplumsal sınıfın kendine has kanunlara tabi olduğu çoklu hukuk sistemlerinin terk edilmesiydi. Toplum yine sınıflıydı, yine egemenler ve ezilenler vardı, ancak artık yeni devlet altında hepsi yurttaştı ve aynı kanunlarla bağlıydı. Ulus devletler temelinde oluşmakta olan bu yeni dünya sisteminde yurttaş olmayanlara yönelik eylemlerin sınırları ise, bu kişilerin nerenin yurttaşı (örneğin sömürgeleştirilmiş topraklarda yaşayan bir “vahşi” mi, yoksa kendisini savunma becerisi olan bir başka modern devletin vatandaşı mı) olduğuna göre değişiyordu.

Aslında bu model, rekabetin yarattığı çelişkiyi içeride baskılayıp dışarı daha şiddetli yansıtma üzerine kuruluydu. Ulusların üzerinde bir kural sisteminin olağan koşullarda kurulmasının mümkün olmamasından dolayı uluslararası düzen ise kurallarla değil karşılıklı güç dengeleriyle ve bu dengelerin test edildiği, hayli sık yaşanan savaşlarla sağlanıyordu. Zaman içerisinde kapitalist sistem emperyalist aşamasına vardı, ulus devletlerin şiddet uygulama olanakları benzersiz boyutlara ulaştı ve birbiriyle rekabet eden emperyalist sermaye öbeklerinin arasında biriken çelişkilerin basıncı, muazzam birer kuralsızlık örneği olan iki dünya savaşıyla patladı.

Emekçi insanlık bombalardan güçlüdür; onun sermayenin bu kuralsızlaşma saldırısına verdiği yanıt Birinci Savaş’ın sonunda Sovyetler Birliği, İkinci Savaş’ın sonunda ise aralarında Çin’in de bulunduğu onlarca sosyalist ülke oldu.

Bu büyük yenilgi sermayeyi geri adım atmak zorunda bıraktı. Emperyalist dünya sistemi sosyalizm tehdidi karşısında, ABD hegemonyası altında çok daha kurallı hale geldi. NATO, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, hatta Birleşmiş Milletler bu “kurallara dayalı uluslararası düzen”in kurumlarıydı. Ayrıca tüm kapitalist ulus devletlerin iç kurallar sistemi, sosyalizmin gerçek bir alternatife dönüştüğü yeni politik durumda sınıf uzlaşmasının tekrar kurulabilmesi için işçi sınıfına verilen ödünleri içerecek biçimde yeniden yapılanıyor; grev, kıdem tazminatı, ücretli yıllık izin gibi kazanımlar hukuki statü kazanıyordu.

Bu yeni kurallar sisteminde tabii ki her kural emekçilerin çıkarına değildi. Çoğunlukla işçi sınıfının ekonomik kazanımları, sosyalist siyaseti yasaklayan başka (hukuk içi ya da dışı) kurallarla dengeleniyordu. Ama bu dönemde tüm toplumsal sınıfların ve onları temsil eden öznelerin eylemlerinin sınırları daha katı çizgilerle belirlenmiş ve iki dünya savaşı çıkartmış olan kapitalizmin meşruiyeti böyle restore edilmişti.

***

Marx, Grundrisse’de şu olağanüstü tespiti yapar: “(…)Sermaye, onu sınırlayan engellerin ötesine geçmeye yönelik sonsuz ve sınırsız itkidir. Onun için her sınır [aşılacak] bir engel olmalıdır.” 2

Sermayenin doğal eğilimi kendisini sınırlayan kurallardan kurtulma yönündedir.

Bu tespiti doğrulayacak biçimde sermaye, İkinci Savaşın sonundan itibaren, kendi oluşturmak zorunda kaldığı kurallar sistemine paralel olarak ona muhalefet niteliğindeki neoliberal ideolojiyi de türetti. Sovyetler Birliği ideolojik olarak geriledikçe kapitalist dünyada iktidara gelen ve işçi sınıfının hukuki kazanımlarını tasfiye etmeye başlayan bu saldırgan ideoloji, Sovyetler Birliği yıkıldığında iyice ipten kazıktan kurtuldu ve bütün dünyada bir kural yıkma dönemi başladı. Hatta ekonomi alanında bu dönemin temel kavramlarından biri, bilhassa finansallaşmanın önündeki engellerin kaldırılmasını imleyecek biçimde “deregülasyon”du.

İşçi sınıfı mücadelede geriledikçe kuralsızlaşma öyle bir hal aldı ki; hukuk önünde eşitlik bir kuraldan istisnaya, yok hükmünde bir ilkeye dönüştü. Artık kurallar neredeyse yalnızca egemen sınıfın zenginliğini genişletmek ve yoksulların mücadelesinden korumak için konuyor ve uygulanıyor. Zenginler neredeyse sınırsız bir eylem özgürlüğüne sahip, insan öldürdüklerinde dahi nadiren cezalandırılıyorlar ve irili ufaklı tüm kuralları işlerine geldikleri gibi çiğneyebiliyorlar. Sadece gündelik yaşantınıza baksanız bunun onlarca örneğini görebilirsiniz: Çakar takılan ve dilediği gibi emniyet şeridinden giden, hiçbir resmi görevi olmayan lüks arabalar, kodamanlar için kalkışı bekletilen uçaklar, malzemeden çalıp binlerce insana mezar olan binalar yapıp mahkeme bittiğinde elini kolunu sallayarak çıkıp giden müteahhitler, iş cinayetlerinde ölen işçilerin ailelerine ödenen kan paraları…

Buna ek bir gelişme ise şu: Egemenler herkesi bağlaması için oluşturulmuş kuralları bu şekilde serbestçe çiğnedikçe sadece kendi serbestlik alanlarını genişletmiş olmuyor; kurallar sistemini bütünüyle çürütüyor ve yoksul halkın gündelik yaşantısı da hızla bir kuralsızlık bataklığına gömülüyor. Egemen sınıf kendisini yeni koruma mekanizmaları oluşturarak bu bataklıktan izole edip güvenceye alıyor ve buranın yalnızca devrimcileşmemesiyle ilgileniyor. Hatta bazı örneklerde devrimcileşmesini engellemek için daha da kuralsızlaştırıyor; örneğin yoksul mahallelerde mafyalaşmaya göz yumuyor ve ucuz uyuşturucuların alım satımını fiilen serbest bırakıyor.

Bu dönüşümle eşzamanlı olarak, yoksullarda biriken tepki de sağcı despotluklar tarafından kapsanıyor. Örneğin Rusya’da Putin’in iktidarı, liberallerin karikatürize ettiği gibi George Orwell’in dandik kitaplarından fırlama, en ufak bir çatlak sesi ezen baskıcı bir devlet gözetimine dayanmıyor. Kaynağında Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından ayyaş Yeltsin yönetiminde yaşanan, insanların açlıktan veya sokakta donarak ölmesinin, kadınların “Nataşa” olup bedenlerini satmasının olağanlaştığı, Sovyetler Birliği’nden geriye kalan tüm zenginliklerin ise bir avuç hırsız tarafından üleşildiği sekiz yıllık kuralsızlık döneminin halen taze olan anıları ve Putin’in bu döneme son vererek Rus halkına kurallı, öngörülebilir bir yaşamı yeniden sağlayan siyasetçi olması bulunuyor. 

***

Sermaye egemenliği, kendi çıkarlarını herkesin çıkarları gibi göstermek için egemen ideolojiyi kullanır ve bu ideolojiyi topluma yaygınlaştırırken öncelikle orta sınıflara benimsetir. Devlet kurumları ve medya gibi propaganda araçları kuşkusuz önemlidir, ama ideoloji toplumda esasen ajanlaştırılmış orta sınıf sayesinde “aklıselim”e dönüşür.

Ve İkinci Savaş sonrasındaki dönemde, liberalizmin galebe çalmaya başladığı 68 hareketinden bu yana yerleşik hale gelmiş en temel denklemlerden biri şudur: Kuralsızlık Özgürlük.

Buna da gündelik yaşamdan yüzlerce örnek verebiliriz… İlkokullarda önlük, liselerde üniforma yasaklanır ve tuzu kuru liberal bunu öğrencilerin kişiliklerini özgürce ifade etmelerinin önünden bir engelin kalkması olarak alkışlar. Ama aslında engel insanların daha çocuk yaşta birbirlerine imrendirilerek ve özdeğer algıları sahip olduklarına bitiştirilerek moda esiri haline getirilmesinin önünden kalkmaktadır. Aynı liberal, bir deneyim özgürlüğü olarak uyuşturucunun yasallaştırılmasını savunur, öz savunma hakkını gerekçe gösterip bireysel silahlanma özgürlüğünü savunur, fuhuşun kadın için bir ekonomik özgürleşme yolu olduğunu savunur, kripto paraların devlet kontrolünde olmamasının finans alanını özgürleştireceğini savunur, herkesin internette anonim biçimde dilediği gibi atıp tutmasının ifade özgürlüğü olduğunu savunur.

Oysa bu savunulanların hepsi daha fazla esaretle sonuçlanmaktadır. Demek ki bunlar özgürleşme değildir.

İnsanın özgürleşiyor olduğunun en açık göstergelerinden biri, eyleminin arzulanan sonuçlara ulaşması ve öncüllerini aşmasıdır. Özgürleşme ve ilerleme, birbirinden ayrılamaz. Bu da, insan eylemi bilinçli ve dolayısıyla sonsuz karmaşıklıkta olduğu için kuralsızlıkla değil, doğru kurallarla sağlanır. Bilimsel yöntemin kural ve yordamları olmasa tek bir bilimsel buluş yapılamaz, örneğin insanın hastalıklardan özgürleşmesini sağlayan pek çok aşı geliştirilemezdi. Sanatın tüm dallarında neredeyse bütün büyük eserler sanatçıların, ekollerin ya da akımların kendilerine koydukları kurallar sayesinde ortaya çıktı. Atletlerin rekorlar kırmasına vesile olan spor oyunlarının her biri bir kural setine dayanır. Dahası, ikide birde değişmeyen ve herkesi bağlayan bir kural seti sadece koyduğu sınırlarla değil, o sınırların esnetilmesi ya da etrafından dolaşılması için gereken yaratıcılığı da tetikleyerek eyleme derinlik kazandırır. 

Sermaye egemenliği, kendi eyleminin kuralsızlaşmasını meşrulaştırmak için kırk yılı aşkın süredir genel olarak toplumu kuralsızlaştırıyor ve bunun özgürleşme olduğunu savunuyor. Peki bu son kırk yılda bilimde, sanatta, sporda ve hepsinden önemlisi insanların refah düzeyinde, yani uygarlaşmanın temel göstergelerinde geçmişi kayda değer biçimde aşan bir ilerleme oldu mu?

Ve daha da önemlisi; bu ilerlemelerin sonuçlarına, örneğin yeni ilaçlara, insanlar ne kadar erişebiliyor?

***  

Buraya kadar çizdiğimiz çerçevenin modern bireyde yarattığı çelişkileri tartışmayı önümüzdeki haftaya bırakalım ve insanlığın özgürleşme mücadelesi açısından nasıl bir siyaset ihtiyacına işaret ettiğini saptayıp, bitirelim. 

Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçi halkın temel arzusu, geçim derdi olmayan, mazbut ve öngörülebilir yaşantının mümkün olmasıdır. Bu kitlesel arzunun barındırdığı politik potansiyel tüm varoluşçu bireysel arzuların toplamından büyüktür ve sermaye, politik egemenliğini daima bu arzuyu demokrasi oyununda manipüle ederek yeniden üretir. Dolayısıyla bu sıradan arzunun nasıl karşılanacağına dair yanıtı olmayan bir devrimci siyasetin kalıcı ve büyük bir toplumsal değişiklik yaratması da mümkün değildir.  

Kuralsızlaşma her şeyden önce yurttaş haklarını ortadan kaldırıyor ya da göreli hale getiriyor ve bu yolla sömürüyü, eşitsizliği, adaletsizliği şiddetlendiriyor. Öte yandan kapitalizmin işleyişi daha kurallı hale geldiğinde de bu kurallar son tahlilde ezilenlerin çıkarına olmuyor. Bu yüzden devrim mücadelesi ne daha kurallı bir kapitalizm savunarak, ne de tüm kuralların berhava olacağı bir kaos propagandası yaparak sonuç alabilir. Köklü bir değişimin önkoşulu, emekçi sınıfın siyasi iktidarı ele geçirdiği, yani artık kural koyucu haline geldiği bir politik sıçrama, yani sosyalist devrimdir. Emekçiler bunun hem mümkün hem de onların sıradan arzularının kalıcı biçimde karşılanmasının tek yolu olduğuna ikna edilmelidir.  

  • 1. Bu parlak tespit Anıl Çınar’a ait: “Hukuk doğası gereği ikilidir. Hukuk her zaman için moral ve etik boyutu, siyaseti, aktif özneleri ve hepsinin temelini oluşturan iktisadî ilişkileri imler. Hiçbir hukuksal düzen ya da normlar bütünü, özneler ve özneler arası ilişki, bu aktif ve yapısal boyutun iç içe geçişi olmadan gerçeklik kazanamaz. Hukuksal düzenin hangi maddesinin meşru biçimde çiğneneceğine bile işte bu hukuka sığmayan boyut yön verir. Hukuk kendisinin nasıl uygulanacağına olduğu gibi nasıl çiğneneceğine de yol gösteren bir referans noktasıdır.” https://gelenek.org/akp-siddeti-nerede-uyguluyor/.
  • 2. Karl Marx, Grundrisse, Londra: Penguin Books, s.334.