'Türkiye’de piyasalaşmadan dinselleşmeye, dinselleşmeden piyasalaşmaya uzanan bir yol var. Kapitalizm olmadan siyasal İslam’ı, siyasal İslam olmadan da Türkiye kapitalizmini anlamak mümkün değil.'

Konut krizinden yurt sorununa: Dincilik, piyasacılık, laiklik

Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu krizin işsizlik, enflasyon ve yoksulluktan sonra konut fiyatları ve kiralarında da gözle görülür hale gelmesi ve milyonlarca kişiyi etkilemesi kadar ironik az şey vardır herhalde Türkiye tarihinde.

Öyle ya, yirmi yıl boyunca üzerine beton dökmediğiniz yer kalmayacak, kamu-özel ortaklığı adı altında yaptığınız Hazine garantili havaalanlarıyla, yollarla, köprülerle müteahhitleri zengin edeceksiniz, inşaat üzerine kurulu bir büyüme modeli izleyeceksiniz, her vesileyle TOKİ’yle övüneceksiniz ve gelinen noktada konut sektöründe hem fiyatlar hem kiralar fırlayacak, insanlar başını sokacak ev bulamayacak. 

(Artan çimento fiyatlarını protesto için müteahhitlerin 9 Eylül’den itibaren ve ayın 24’üne kadar iş durdurduğunu da, inşaat sektörünün Merkez Bankası’ndan faiz indirimi talep ettiğini de krizin başka boyutlarını göstermesi açısından geçerken not edelim.)  

Yaşadığımız çoklu kriz halini mükemmel bir şekilde sembolize eden konut krizinin yansıdığı alanlardan biri, yüz yüze eğitime geçilmesi kararıyla birlikte üniversite oldu. Okullarına dönme hazırlığı yapan üniversite öğrencileri, salgın koşullarında yürütülecek eğitim ve öğretimin zorluklarından önce barınma sorunuyla yüzleşmek zorunda kaldılar. Ev kiralarındaki astronomik artışa yurt sorunu da eklenince, konut krizinin öncelikli olarak vurduğu ve vurmaya devam edeceği iki toplumsal kesim de netleşti: Çalışan sınıflar ve üniversite öğrencileri.

Konut krizi bu haliyle Türkiye kapitalizminin içinden geçtiği sürecin bir yansıması evet, peki ya yurt sorunu, neden yıllardır çözülemeyen bir yurt sorunu var bu ülkenin? 

Sorunun bir boyutunda hiç şüphesiz Türkiye’de sosyal devletin cılızlığı ve eğitim alanının barınma da dâhil olmak üzere özelleştirmeye açılması, piyasalaştırılması var, bu doğru ama diğer bir boyut var ki o daha çok önemli.

Türkiye’de siyasal İslam’ın, tarikatların, cemaatlerin tarihsel olarak kendilerini var ettikleri zemini eğitim oluşturuyor. Siyasal İslam on yıllardır eğitim alanına yatırım yapıyor; okuluyla, yurduyla, dershanesiyle yoksul halk çocuklarını daha küçücük yaştan pençesine alıyor, çocuğunun okumasını isteyen aileleri kendine mecbur ediyor. İşte sırf bu mecburiyet adına, devlet on yıllardır bilinçli bir şekilde eğitime gereken yatırımı yapmıyor, bu alanı bilerek boş bırakıyor, burayı tarikatlar, cemaatler tarafından doldurulsun istiyor.   

O halde yurt sorunu bağlamında da bir kez daha söyleyebiliriz: Türkiye’de piyasalaşmadan dinselleşmeye, dinselleşmeden piyasalaşmaya uzanan bir yol var. Kapitalizm olmadan siyasal İslam’ı, siyasal İslam olmadan da Türkiye kapitalizmini anlamak mümkün değil. Dolayısıyla dinselleşmenin sınıfsal karakterini görmeden şu günlerde tekrar ve çok daha güçlü bir şekilde kamuoyunun gündemine gelen laiklik meselesini sahici bir şekilde, esastan tartışmak da mümkün değil. 

Taliban’ın Afganistan’da yeniden iktidarı alışı, Türkiye’deki laiklik tartışmalarında suyun 100 dereceye ulaşması etkisi yarattı adeta. İktidarın izlediği dinselleşme politikalarına ne zamandır biriken tepki, Taliban iktidarıyla birlikte doğrudan gün yüzüne çıktı, somutlaştı. Buna Diyanet İşleri Başkanı’nın açıklamaları ve dualı açılış törenleri de eklenince mesele doğrudan tartışılır hale geldi.

Bu tepkiyi ve tartışmaları böylesine yükselten ise elbette ki ekonomik krizle birlikte derinleşen yoksulluğun ve artık rejimin alamet-i farikası haline gelen yolsuzluğun üzerine dinin örtüldüğü gerçeğinin her gün daha fazla kişi tarafından fark edilmesiydi. Ekonomi düşük kur-düşük faiz-düşük enflasyon üzerinden çevrilebilir olduğu sürece görünmez hale gelen meselelerin, krizle birlikte tekrar su yüzüne çıkması kaçınılmazdı elbette. Böylece iktidara oy verenler de dâhil olmak üzere toplumun çok geniş bir bölümünde dinin nasıl istismar edildiğine ve ne için kullanıldığına dair farkındalık kısa sürede katlanarak arttı. 

İktidar da gidişatın farkında olsa gerek ki laiklik tartışmalarına müdahale etme ihtiyacı hissetti ve bu cenahtan özellikle yeni anayasa tartışmaları bağlamında, laikliğin anayasadan çıkarılması gibi bir gündemin söz konusu olmadığı ve tartışmaların yapay olduğu yönünde açıklamalar yapıldı. 

Aslında bu açıklamalar iktidarın fiili rejim inşa etme stratejisine son derece uygundu ve şaşırtıcı değildi. Çünkü geride kalan yirmi yılda dinselleşme politikaları hukuki ya da anayasal değil, fiili bir karakter taşımıştı ve “bakın anayasada laiklik yazıyor” argümanı da bu fiili inşayı perdelemek için kullanılan bir araç olagelmişti. Son tartışmalarda da aynı şekilde bu araca başvuruldu ve tartışma kapatılmak istendi.  

Peki ya muhalefet? Bu süreçte onlar ne yaptı? 

Ne yaptıklarını biliyoruz. ANAP’laşan CHP’nin laiklik diye bir derdi olmadığını Kılıçdaroğlu ve parti yönetimi zaten kendisi söylüyor. İktidar partisinin içinden çıktığı Saadet Partisi’nin de durumu belli. İYİP süreci sessizce geçiştirirken, DEVA ve Gelecek Partisi ise özellikle “vals” meselesi üzerinden bir “rövanşizm” tartışması başlattı. Yani “laikçiler” AKP gittikten sonra “dindarlardan” rövanş alma planları yapıyorlardı ve buna karşı çıkmak gerekiyordu. 

Tüm bunların gerisindeyse elbette ki bir yanıyla “muhafazakar seçmeni ürkütmeme” kaygısı, bir yanıyla da sermaye düzeninin bekası adına “kazasız belasız” atlatılması gerektiği düşünülen “restorasyon” arayışları vardı. 

Yani AKP’nin diliyle konuşarak AKP tabanından oy alınacağı hesapları yapılıyor, AKP-sonrasına yumuşak geçiş planları masaya yatırılıyor, devr-i sabık yaratılmayacağına dair sözler veriliyor ve hepsinden önemlisi AKP’siz bir AKP rejiminin hayalleri görülüyordu. 

Kılıçdaroğlu’nun, sanki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından ayrı olarak “muhafazakâr vatandaşların hakları” diye tanımlanmış haklar varmışçasına, bu hakların garantisi oldukları yönündeki açıklaması yaşanan sürecin özeti gibiydi.

Velhasıl, kamuoyunda yeniden başlayan laiklik tartışmaları sadece iktidarı değil, muhalefeti de ürküttü; çünkü kamuoyunun laiklik meselesinde muhalefetin çok çok ilerisinde olduğu görüldü. Muhalefetin görmek istemediği şey ise “muhafazakâr seçmen” diye kodladıkları kitlenin çoğunluğunu alt sınıfların oluşturduğu ve derinleşen ekonomik krizle birlikte fikirlerini de tercihlerini değiştirebilecekleri gerçeğiydi. 

Muhalefet laiklik tartışmalarından kaçarak bu kitleye seslenebileceğini düşünüyordu ama o kitle için de artık önemli olan geçim derdiydi ve o dert toplumun geniş kesinlerinde hem din istismarını görünür kılıyor hem de bu istismarla mücadele etmenin meşruluğunu belki de yakın tarihimizde hiç olmadığı kadar artırıyordu. Bülent Arınç bile bunu gördüğü için “dindarların gazabı”ndan söz ederek iktidarı uyarma ihtiyacı hissetti. 

CHP’si, İYİP’i, Saadet’i, DEVA’sı Gelecek’iyle “restorasyon muhalefeti” laikliğin Türkiye’de sahici ve hayati bir başlık haline geldiğini görmezden geledursun, sömürü düzeniyle din istismarı arasındaki bağlantının geniş kitleler nezdinde netleşir, anlaşılır, kavranır hale geldiği bir zaman dilimine çoktan girmiş bulunuyoruz. 

Özellikle ekonomik anlamda çok sert bir kış Türkiye’yi bekliyorken, “bu düzen değişmeli” sözünün ete kemiğe bürünmesi, toplumsallaşması, kitleselleşmesi için ortaya son derece müsait bir zeminin çıktığını görebiliyoruz. 

Tam da bu nedenle, sömürü düzeniyle mücadeleyle din istismarıyla mücadelenin birbirinden ayrıştırılamazlığını ve laikliğe en çok emekçilerin, yoksulların sahip çıkması gerektiğini, her vesileyle ve her türlü araç gereci kullanarak topluma güçlü ve etkili bir şekilde anlatmamız gerekiyor. 

Bunu başardığımız ölçüde memleketin ahvali ve gidişatı üzerinde söz sahibi olacağız, aksi takdirde ise karanlığın farklı tonları arasında boğulmaya devam edeceğiz.