Türkiye’nin sermaye düzeni, Türkiye yönetici sınıfı gericiliğe muhtaçtır ve gericilikle mücadele için sermaye düzeniyle mücadele, sermaye düzeniyle mücadele için de gericilikle mücadele şarttır.

İlim Kitabevi’nden Meclis’e Hizbullah

17 Ocak 2000 günü, devletin birçok alanda “zemin düzlemesi” yaptığı bir konjonktürde İstanbul Beykoz’da bir villaya baskın yapıldı ve çıkan çatışmada Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu öldürüldü. Polis evde yaptığı aramada örgütün arşivine ulaştı ve kısa süre içerisinde yüzlerce Hizbullah militanı yakalanarak cezaevine gönderildi. Türkiye’de yeni bir döneme doğru gidiliyordu ve devletin Hizbullah’la işi büyük ölçüde bitmişti, bu yüzden de örgüt kısa süre içerisinde çökertildi.

Peki 90’lı yıllar boyunca Türkiye tarihinin en kanlı, en vahşi cinayetlerini işleyen bu örgüt siyasal İslam açısından bir “anomali”, bir sapma mıydı? Ya da Hizbullah’ı sadece “devletin maşası”, “kontrgerillanın uzantısı” olarak değerlendirmek mümkün müydü? 

Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu’nun hayatına ve örgütün tarihine yakından baktığımızda bu iki sorunun yanıtının da “hayır” olduğunu görebiliyoruz. Velioğlu ve Hizbullah’ı anlamak için ise onları siyasal İslam’ın Türkiye’deki serüveni içerisine ve İslamcılıkla devlet arasındaki ilişki bağlamına yerleştirmemiz, öyle bir değerlendirme yapmamız gerekiyor. 

Hüseyin Velioğlu 1952 yılında örgütün yıllar sonra kalesi haline gelecek olan ve sayısız cinayet işlediği Batman’da dünyaya geldi. İlkokul, ortaokul ve liseyi Batman ve Mardin’de okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye bölümünü kazandı ve 1980’de mezun olduktan sonra tekrar Batman’a döndü. 

Politikleşme süreci 1970’lere tekabül eden Velioğlu üniversitedeyken Milli Türk Talebe Birliği’ne (MTTB) üye oldu. MTTB yönetimi 1965 yılında milliyetçi-mukaddesatçı çevrelerin kontrolüne girmişti ve komünizmle mücadele öncelikli hedef haline gelmişti. ABD 6. Filosunun Türkiye’yi ziyareti esnasında protesto gösterileri düzenleyen devrimci gençlere yönelik “Kanlı Pazar”ı organize etmesiyle tanınan MTTB, bugünkü muhafazakâr-İslamcı kadroların yetişmesinde büyük rol oynadı. Erdoğan, Gül ve Arınç da dâhil olmak üzere AKP kadrolarının çoğunun yolu da bir şekilde MTTB ile kesişmişti. 

Velioğlu MTTB ile birlikte Milli Görüş’ün o dönemki partisi Milli Selamet Partisi’nin (MSP) gençlik yapılanması olan Akıncılar’ın içerisinde de faaliyet gösterdi. Akıncılar Derneği 1975 yılında 15 kişilik bir grup tarafından kurulmuştu ve kurucu üyeler hem MTTB Ankara Şubesi’nde hem de MSP Gençlik Kolları’nda faaliyet yürütüyorlardı. Dernek 1977’den itibaren “Akıncı” isimli bir dergi çıkarmaya başlamıştı ve hedefini de “anarşiden uzak kalma” olarak açıklamıştı. Dernek yönetiminden yapılan bir açıklamada “önderimiz ne Marx Yahudisi ne de dağlarda uluyan canavardır” denmesi bu hedefe işaret ediyordu. 

Velioğlu hemen bütün siyasal İslamcılar gibi Said Nursi’den de derin bir şekilde etkilenmişti ve örgütün fikri temellerinin dayandığı isimlerden biri Nursi’ydi. Velioğlu üniversitedeki kaydını dondurup bir yıllığına Batman’a geri döndüğünde sık sık inzivaya çekilmiş ve burada Risale-i Nur külliyatını okumuştu. Örgüt üyelerinin en çok okuduğu kitaplar arasında da Nursi’nin kitapları ilk sıralarda yer almaktaydı. 

Hüseyin Velioğlu’nun İslamcılığının “enternasyonalist” bir boyutu da vardı ve İngilizce bilmediği halde, 1978 yılında Ankara’da yayın hayatına başlayan The Ummah (Ümmet) adlı derginin künyesinde ismi editör olarak görünüyordu. Bu dergiyi ise aslında o tarihlerde Türkiye’ye yerleşen Muhammed El Kayani isimli bir Pakistanlı çıkarıyordu ve Kayani siyasal İslam’ın önemli isimlerinden biri olan Mevdudi tarafından kurulan Cemaat-i İslami adlı örgütün üyesiydi. Velioğlu editörlükten ayrıldıktan sonra dergi Kadir Mısıroğlu’nun çıkardığı “Sebil” dergisinin eki olarak yayın hayatına devam etti. Derginin editoryal kurulunda ise Aydınlar Ocağı üyeleri Sabahattin Zaim ve Nevzat Yalçıntaş gibi isimler yer aldı. 

Velioğlu Batman’a dönmeden önce 1980 yılında Ankara’da kısa bir süreliğine özel bir şirkette çalışmıştı ve kimi tanıklıklara göre şirket Milli Görüş’ün önemli isimlerinden biri olan Şevket Kazan’a aitti. Yine kimi tanıklıklara göre Velioğlu Erbakan’la da tanışıyordu ve görüştükleri zamanlar olmuştu.

12 Eylül darbesinin ardından Batman’a dönen Velioğlu burada İlim Kitabevi’ni açtı. Zaten ilişkili olduğu Menzil ekibi 1978 yılında Menzil isimli bir kitabevi açmış, kitabevinin ismini İslamcılığın önemli isimlerinden Ercüment Özkan vermişti. Özkan 1960 yılında Hizb ut-Tahrir isimli örgütle tanışmış ve örgütün Türkiye’deki en önemli isimlerinden biri olmuştu. Hizb ut-Tahrir ise 1953 yılında Filistin’de kurulmuştu ve hedef olarak hilafetin yeniden tesis edilmesini önüne koymuştu. Örgüt bugün halen Türkiye’de varlığını devam ettiriyor ve özellikle “hilafet” temalı salon etkinlikleri üzerinden örgütlenme faaliyetleri yürütüyor.

Velioğlu’nun kurduğu İlim Kitabevi aynı zamanda kitap da yayınlamıştır ve kitaplarını yayınladıkları ilk isimlerden biri Hasan El Benna’dır. Hasan El Benna, son yıllarda adını daha sık duyduğumuz İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) örgütünün kurucusuydu ve 1928 yılında Mısır’da kurulan bu örgütün de esas hedefi hilafetin yeniden tesis edilmesiydi. 

Benna ile birlikte başka bir İhvancı olan Seyyid Kutub da Türkiye İslamcılığı üzerinde ciddi bir etkide bulunmuştur ve bugünkü iktidar kadrolarının Mısır’da, Suriye’de, Libya’da izledikleri yeni-Osmanlıcı dış politikanın kökenlerini gençlik yıllarında bu isimlerden etkilenmelerine kadar götürmek mümkündür. 

Zaten her ne kadar Hizbullah denildiğinde akla İran gelse de bu doğru değildir; Velioğlu ve Hizbullah İran İslam devriminden etkilenmiş, Humeyni’ye sempati duymuş ve hatta İran’dan maddi ve lojistik destek de almıştır ama bunun sınırları vardır. Velioğlu da dâhil olmak üzere örgüt kadroları esas olarak Sünni ya da Şafii Kürtlerden oluşmaktadır ve ayrıca Nakşilik de örgütün din anlayışı üzerinde etkili olmuştur. Örgütün asıl sempatisi İhvan’a ve onun Suriye kolunun lideri Said Havva’yadır. Havva’nın ise ateşli bir Şia ve Humeyni karşıtı olduğu bilinmektedir. 

Artık en başta sorduğumuz iki sorunun yanıtına gelebiliriz. Birincisi, Hizbullah siyasal İslamcılığın bir anomalisi, bir sapması değildir. MTTB’nden MSP’ye, Said Nursi’den Erbakan’a, Kadir Mısıroğlu’dan Aydınlar Ocağı’na, Mevdudi’den Hasan El Benna’ya, İhvan’dan İran İslam devrimine uzanan genişlikteki bir politik-ideolojik hattın, yani İslamcılığın temsilcilerinden biridir. Siyasete, iktidar stratejisine ve şiddete bakışını da bu politik-ideolojik hat belirlemiştir. 

Ve ikincisi, Hizbullah basitçe “devletin kuklası” bir örgüt olarak görülemez; evet örgüt Kürt hareketine karşı yürütülen savaşın kontrgerilla ayağında kullanılmıştır ama ortada yoktan var edilmiş, ideolojisi, söylemi, iktidar stratejisi olmayan, bütünüyle naylon, fason bir örgüt yoktur. Hizbullah’ın kendi hakikati vardır ve o hakikat de Kürt-İslam sentezi etrafında şekillenmiştir. 

Türkiye yönetici sınıfı Soğuk Savaş’la birlikte antikomünizm adına dinciliğe ve milliyetçiliğe alan açmış, 60’lı ve 70’li yıllarda Türk sağı bir sokak örgütlenmesi, şiddet yapılanması ve paramiliter bir güç olarak sahnedeki yerini almıştır. Aynı yönetici sınıf 1990’lı yıllarda Kürt coğrafyasında Kürt hareketine karşı Hizbullah’ı sahaya sürmüş, örgüt çok sayıda “faili meçhul” cinayet işlemiştir. İşte o kapıdan girenler bugün iktidardadır. 

Gelmiş olduğumuz noktada, 12 Eylül öncesinin Türk-İslam sentezci paramiliter güçleri ile 1990’ların Kürt-İslam sentezci paramiliter güçleri aynı ittifakta ve “devlet” ortak paydasında buluşmuştur. Cumhur İttifakı önce Türk sağının iki ana damarı olan ülkücülükle İslamcılığın iktidar buluşması olarak şekillenmiş, yani Türk-İslam sentezi iktidara gelmiştir. Ancak bununla da yetinilmemiş, Türk-İslam sentezci bu iktidara Kürt-İslam sentezci bir siyasal şiddet yapılanması olan Hizbullah da HÜDA-PAR adıyla dâhil olmuştur.  

14 Mayıs seçimleri bu karanlık ittifakın resmi olarak iktidardan indirilmesinin başlangıcı olabilir ama bu yetmeyecektir; esas mesele bu ittifakı yaratan ekonomik-politik koşulların değiştirilmesidir. Türkiye’nin sermaye düzeni, Türkiye yönetici sınıfı gericiliğe muhtaçtır ve gericilikle mücadele için sermaye düzeniyle mücadele, sermaye düzeniyle mücadele için de gericilikle mücadele şarttır. Bu ikisini birbirinden ayırmayan bir siyaset, Türkiye’nin tek sahici kurtuluş umududur. Çıkış tam olarak buradadır. 

NOT: Bu yazıyı yazarken önemli ölçüde Ruşen Çakır’ın “Derin Hizbullah” ve Mehmet Kurt’un “Türkiye’de Hizbullah” kitaplarından yararlandım. Konuya ilgi duyan okurlara bu iki çalışmayı tavsiye ediyorum.