İktidarın bu kötücül hesabını bozacak tek şey, toplumsal ve siyasal tepkilerin onun beklediğinin çok ötesinde bir kitleselliğe taşınması ve emekçi kitlelerin harekete geçirebilmesidir.

İktidar bildiğini okuyor

Başlık şöyle de atılabilirdi: “Meydanı boş bulunca iktidar bildiğini okuyor”! İktidarın bir muhalefet boşluğu olduğunu görmesi ve bunu daha da derinleştirmek için uğraşması elbette son bir yılın veya yerel seçimler sonrasının olgusu değil. CHP’nin eski-yeni genel başkanlarının karşılıklı demeçleri üzerinden okunabilecek bir süreç hiç değil.

AKP bir sermaye iktidarı. Cumhuriyet karşıtı ve dinci-despotik niteliğinden daha önemli özelliği bu. Daha önemli çünkü dinci-despotik kimliğini gizlemeye pek ihtiyaç duymasa da geniş halk kitlelerinin desteğini alabilmek için sermaye yanlısı kimliğini perdelemek zorunda. Oysa bu iktidar, kendi sermayedarını ve kendi sermayedar-siyasetçi tipini yaratarak “sermayeci iktidar” kimliğini bugüne kadarki iktidar örneklerinden daha fazla pekiştirmiş bulunuyor. Elindeki devlet olanaklarını bunun için kullandığı gibi kendine yakın halkalardaki sermaye çevrelerini de kendinden yana terazi kefesine koyabiliyor. Dolayısıyla, sermaye birikim süreçlerinin düzenlenmesinde eli güçlü; ama iç ve dış sermayenin yönlendirmelerine de çok açık. Dışa alabildiğine açık olan Türkiye ekonomisi üzerine karar alan iç çevrelerin, dış ekonomik ve mali bağımlılık ilişkilerinden (ve bunun askeri uzantılarından) etkilenmemesi esasen düşünülemez.

Meydan neden iktidara kalıyor?

İktidar olduğundan bu yana sermayeyi semirten ve fırsat buldukça gelir bölüşümünü emek aleyhine büken bir iktidarın korkabileceği tek muhalefet türü, geniş anlamda emekçi sınıfların sözcülüğünü yapan bir kitlesel muhalefet hareketi olurdu. Ama bunun esamesi okunmuyor. Hem emekçileri hem sermayeyi temsil etmeye soyunan, Türkiye’ye ve iç ekonomik-kurumsal-siyasi yapılarına müdahale etmeye hiç ara vermeyen dış ekonomik, siyasi ve askeri güçlere çıtı çıkmayan, neoliberal politikaları özünde benimseyen, hatta kim daha AB’ci ve NATO’cu yarışmasına girebilen, görünürde “uzlaşmacı” ama esasta sermaye güdümündeki bir muhalefet türü bugünkü iktidar biçimine ve onun siyaset tarzına tehdit teşkil etmez.

Muhalefet tehdit teşkil etmeyince de meydan iktidara kalır. Oy oranı itibariyle ikinci parti konumuna düştüğü bir yerel seçim sonrası süreçte bile, merkezi iktidarı elinde tutuyor olmanın bütün avantajlarını kullanarak gündem belirleyici lider parti görünümünü elinden hiç bırakmaz. “Normalleşme” adı altında muhalefeti pasifize etmeye yönelir.

Onu tüketince bu defa sahte bir açılım süreci üzerinden gündem yaratmaya girişir. Öcalan’ı açılımın baş oyuncusu olarak gördüğünü belli edip kısmen DEM’i de sürece dahil edecekmiş gibi yaparken her şey birdenbire tersine dönebilir. Kandil'in üstlendiği TUSAŞ kanlı terör eylemi, müzakere sürecini artık Öcalan’ın yönetemeyeceğini, Kandil'in (dolayısıyla ABD’nin) doğrudan işin içinde olmadığı süreçlerin baltalanacağı mesajını hiç gecikmeden verir.

Ama iktidarda oyun bitmez. Bu defa, hazırlığı muhtemelen aylardır yapılan ve esasen “açılım uvertürünü” de kapsayan bir senaryo dahilinde, birkaç günde 4 belediye başkanı görevden alınıp yerlerine AKP bürokratları kayyım olarak atanır. Muhalefete de itiraz etmek kalır.

Muhalefetin içini karıştırmak

İktidarın bütün bu sahte açılım sürecinin ardından gelen belediyeleri ele geçirme operasyonlarının kuşkusuz siyasi ve ekonomik sonuçları vardır. Doğrudan siyasi sonucu, yerel seçimlerde oluşan siyasi dağılımın ve dengelerin iktidar lehine yeniden şekillendirilmesidir. Bu bazen, Doğu ve Güneydoğu’da olduğu gibi bölge dengelerini sarsacak boyuta ulaşabilir. Doğrudan ekonomik sonucu ise, söz konusu belediyeler üzerinden yerel rantların merkezi iktidarın tam kontrolüne girmesi olmaktadır. Hatta şimdiye kadarki uygulamaların gösterdiği gibi, ihale süreçlerinin o belediyenin/ilin sınırları dışına kaydırılması yoluyla bölge dışına kaynak transferinin yolu açılmakta ve bu da bölgesel dengesizlikler daha da büyütülmektedir. Elbette bir diğer ekonomik/siyasi/toplumsal sonuç da, İçişleri Bakanlığının atadığı kayyımların bu bakanlıkça artık tamamen denetimsiz bırakılması ve böylece yolsuzlukların katmerlenmesi olmaktadır. Diyarbakır ve Mardin gibi örneklerde bunlar ibretlik vakalar olarak ortaya çıkmıştır.

Muhalefetin için boşaltmak her zaman yeterli görülmez. Biraz da içinin karıştırılması gerekebilir! Nitekim, sahte açılım süreçleri ile belediyelere el koyma operasyonlarının dolaylı bir ortak sonucu da muhalefetin içini karıştırmak olabilmektedir. Açılımla, muhalefet partilerini birbirine düşürmek (bazen de tam tersine, onları aynı safta buluşturarak “marjinalleştirmek”) ve o partileri kendi içlerinden bölmek gibi amaçlar da güdülebilmektedir. Keza, belediyelere el konulurken iktidar kimlikçi politikaları da kasıtlı biçimde kullanarak, eğip bükerek iş görmektedir. Son hamlesine bakalım. Birkaç gün içinde dört belediyeye kayyım atayabiliyor ve onları da negatif-kimlikçi bir dışlama üzerinden seçiyor. Güneydoğu operasyonu zaten eski uygulamalarının izinde giderken, İstanbul’da Esenyurt Belediye Başkanını özellikle seçiyor ve “bölücülük” üzerinden suçlayarak görevden alıyor. CHP ile DEM’i aynı kaderde buluştururken, CHP içinden CHP yönetimine milliyetçi eleştiriler yöneltilmesine kapı aralamış oluyor.

Bütün bunların ötesinde, halk ve emekçi düşmanı bir iktisat politikasını uygularken, kitlelerin gündeminin ve dikkatinin saptırılması, muhalefetin savunmaya itilmesi ve enerjisinin boşa tüketilmesi başarıyla sahneye konulmuş bulunuyor.

İktidarın cüretinin kaynakları

Asıl şaşırtıcı olansa, CHP’de 13 yıl genel başkanlık koltuğunda oturmuş, laiklik mücadelesini reddederek Cumhuriyetin yıkım müteahhitlerine nesnel olarak dolaylı destek vermiş bir siyasetçinin yeniden aktif siyaset sahnesine çıkabilmek için, kendi ardılının yerel seçimler sonrasında AKP ile “siyaseti normalleştirme” yanılgısını hedef alması olmaktadır. Oysa 13 yılın “yanılgıları” saymakla bitmez. Son günlerin “sine-i millet” çıkışı bile bunun inanılmaz bir tezahürüdür. Önceki CHP yönetiminden sadece iki önemli yanılgıyı analım:

Birincisi, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi doğrudan doğruya AKP iktidarının beslemesi bir cemaat örgütü üzerinden gelmesine rağmen, iktidarın sorumluluğunu ortaya koyacak bir “iktidarı suçluyorum” meydan okuması yerine onu meşrulaştıracak şekilde “Yenikapı mitingine katılım”, vahim bir siyasi teslimiyetti; “normalleştirme” siyasetiyle kıyaslanmayacak ölçüde üstelik. Bunun hesabı verilebilmiş değildir. Olaydan aylar sonra “bu bir kontrollü darbeydi” demek zevahiri kurtarmaz; tersine Yenikapı teslimiyetini katmerlendirir. Tıpkı 2017 referandumunun çalınmasına zamanında ses çıkarmayıp bir yıl sonra suçlanması gibi!

İkincisi, 15 Temmuz’u “Allah’ın bir lütfu” olarak gören ve önünü açan siyasi İslamcı hareket, buradan sadece 2017 Anayasasına ve “sermayenin tek adamı rejimine” giden yolu açmayacaktı. Açtığı yollardan biri de, 1 Eylül 2016 tarihli 674 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile 5393 sayılı Belediye Kanunu’nda yapılacak düzenlemeler olacaktı. Bu KHK’nin 38, 39 ve 40. Maddeleriyle, Belediye Kanunu’nun 45 ve 57. Maddelerine fıkralar eklenirken ayrıca bir geçici 9. Madde ilave edilecekti. Buna göre, 45. Maddeye eklenen fıkrayla şu hüküm getiriliyordu:

“Ancak, belediye başkanı veya başkan vekili ya da meclis üyesinin terör veya terör örgütlerine yardım ve yataklık suçları sebebiyle görevden uzaklaştırılması veya tutuklanması ya da kamu hizmetinden yasaklanması veya başkanlık sıfatı veya meclis üyeliğinin sona ermesi hallerinde 46’ncı maddedeki makamlarca belediye başkanı veya başkan vekili ya da meclis üyesi görevlendirilir”.

Oysa 46. Madde aslında olağan geçici boşluklar için düşünülmüş bir maddeydi. Şöyle: “Belediye başkanlığının herhangi bir nedenle boşalması ve yeni belediye başkanı veya başkan vekili seçiminin yapılamaması durumunda, seçim yapılıncaya kadar belediye başkanlığına büyükşehir ve il belediyelerinde İçişleri Bakanı, diğer belediyelerde vali tarafından görevlendirme yapılır”.

Peki Anayasaya açıkça aykırı olan ve olağanüstü halin ötesine taşarak sürekli hale gelen bu hükümler Anayasa Mahkemesi’ne zamanın CHP yönetimi tarafından götürülmüş müydü? Hayır. Çünkü hâlâ Yenikapı ruhunun geçerli olduğu dönemden geçiliyordu… Ama şimdi bu hükümlere dayanılarak görevden alınan belediye başkanının yerine Belediye Meclisi içinden yeni bir başkan seçmek yerine dışardan da atama yapılabiliyor. Tercih de iktidarın keyfine daha doğrusu siyasi kazanç hesabına göre yapılıyor.

Dolayısıyla eski CHP yönetiminin “tencere dibin kara, seninki benden kara” yarışına girecek durumu yoktur. Ama bu, bizim bugünkü yönetimi de eleştiri hakkımızı ortadan kaldırmaz. Sadece, “sırça köşkte oturanların komşusuna taş atmaması” salık verilir.

Sonuç: İktidarın cüreti nereye kadar gidebilir?

Herkesin aklında olan soru, iktidarın cüretinin İstanbul Belediye Başkanını da görevden alabilecek kadar ileri gidip gitmeyeceği. Dünkü bir TV programında da ifade etmiştim: İstanbul BB büyük lokmadır. Dışarda büyük gürültü koparır. İçerde de sermayenin desteğini genelde almaz; hatta o çevrelerde istenmedik ürküntüler de yaratılabilir. Kaldı ki, sıradaki cumhurbaşkanlığı seçimlerine bir mağduriyet yaratmak ve Mansur Yavaş’ı tek bırakıp olmadığı kadar güçlendirmek istemezler. İmamoğlu-Mansur çekişmesinin çifte adaylaşmaya yol açması ne güzel olurdu değil mi?

Demek ki İstanbul Büyükşehir Belediyesinin ve başkanının elini kolunu geçen dönemde olduğu gibi bağlamak yolu tercih edilmesi daha muhtemeldir. Bunun için bazı dolaylı yollar denenebilir. Bazı ilçe belediyeleri daha ele geçirilebilir; bu ilçe belediyelerinde meclis üyelerine de operasyonlar yapılarak büyükşehir belediye meclisinin bileşimi iktidar lehine değiştirilebilir. Bu tür operasyonlar, dışta ve içte daha az sarsıntıya sebep olarak atlatılabilir.

AKP iktidarının değişmez hesabı şudur: "Bu faşizan uygulamalara muhalefetin tepkisi bugüne kadar olduğu gibi belirli sınırlar içinde kalırsa, ben borumu istediğim gibi öttürmeye devam ederim. Yok eğer sokak hareketleri ve kitlesel tepkiler yaygınlaşırsa, kolluk ve yargı şiddetimi bugüne kadar olduğundan daha sert uygular, muhalefeti bölücülük ve terörle suçlar ve despotik rejimime bir adım daha yaklaşırım. Her durumda kazanç benim haneme yazar."

İktidarın bu kötücül hesabını bozacak tek şey, toplumsal ve siyasal tepkilerin onun beklediğinin çok ötesinde bir kitleselliğe taşınması ve emekçi kitlelerin harekete geçirebilmesidir.