Peki bundan sonra ne olacak? Birilerinin ileri sürdüğü gibi, Paris Washington’a küsüp Avrupa’nın NATO’dan ve ABD’den daha özerk bir askeri güç kurmasına yönelik çalışmalara hız mı verecek?
Başlık çoğumuza tanınmış bir eseri anımsatmış olmalı. Jules Verne’in belki de dünyada en fazla bilinen, okunan ve en çok dile çevrilen romanı: “Denizler Altında 20.000 fersah”. Romanın önemli aktörlerinden biri, Jules Verne’in, denizin altında gidebilen bir gemi fikrinin henüz emeklemekte olduğu bir dönemde, Fulton’un Fransa’da tasarladığı aynı isimli denizaltı ile Fransızların 1870 yılında tasarladığı Plongeur’den ilham alarak romanın eksenine oturttuğu, neredeyse sonsuz enerji kaynağına sahip denizaltı: Nautilus. Bu isim ise yüz milyonlarca yıldır denizlerde yaşayan bir deniz canlısından geliyor.
Nautilus’un öyküsü bu kadar değil. Jules Verne’in romanının etkisiyle ABD tarafından suya indirilen ilk nükleer denizaltıya da Nautilus adı verilmiş. Bir anlamda Fransa ve ABD arasındaki sayısız siyasal ve kültürel köprüden birini simgeleyen nükleer denizaltı meselesi şu sıra iki ülke arasında benzerine az rastlanır bir itiş-kakışa sebep olmuş durumda.
Konunun uzmanları dışında bizde dikkatlerden kaçan bir husustur ABD-Fransa ilişkilerinin derin ve karmaşık niteliği. Fransa tarihsel anlamda ABD’nin en eski müttefikidir ve anımsadığım kadarıyla iki ülke hiçbir kapsamlı savaşta karşı karşıya gelmemiştir. Eski müttefiklik, Fransa Krallığı generali Lafayette’in bir grup Fransız askerle birlikte ABD Bağımsızlık Savaşı’na katılmasına dayanır. ABD, İngiltere Krallığı’na karşı bağımsızlık mücadelesini sürdürürken şimdilerde 100 dolarlık banknotun üstünde resmi olan adam diye bildiğimiz Benjamin Franklin’i Paris’e Büyükelçi olarak atamıştır. Bu da ABD’nin yurtdışındaki ilk diplomatik temsilciliğidir.
Fransa ABD’ye bu desteği “babasının hayrına” vermemiştir elbette ve amaç o sıradaki ezeli düşmanı İngiltere’ye bir darbe vurmaktır ama diplomaside işler böyle yürür. Sonuç olarak ABD ve Fransa’yı yönetenler arasında zaman zaman patates kızartmasının isminin değiştirilmesi girişimleri gibi1 ciddi sorunlar yaşansa da temelde köklü ilişkiler bulunur. Bugün ABD’nin ve özellikle de New York’un başlıca simgelerinden biri olarak kabul edilen “Özgürlük Heykeli” bir Fransız tasarımı ve armağanıdır örneğin.
Fransa garip, kimi zaman anlaşılması zor ama uluslararası sistemde önemli bir ülkedir. Bu yazıyı çok uzatmamak için ayrıntıya girmeyip başka bir zamana bırakacağım ama bizdeki kimi Anglosakson esinli aydın ve akademisyenler ile laiklik konusunda kronik gıcıklıkları hiç geçmeyecek siyasi İslamcıların sunmaya çalıştıkları gibi eskimiş, köhnemiş, kolay aşık atabileceğiniz bir devlet hiç değildir. Fransız “Devlet aklı” Türkiye’yi avucunun içi gibi bilir. Bizde ondan hiç kalmadığı için Fransa’yı akranımız zannedebiliriz. Değildir.
Fransa ve ABD arasındaki krize dönelim en iyisi. Somut olarak bildiğimiz, Fransa’nın Naval Group adlı şirketinin Avustralya ile 2016 yılında imzaladığı 37 milyar ABD doları değerindeki anlaşmanın ABD’nin devreye girmesiyle ansızın iptal edildiği. Önce bu Naval Group ne ona bakalım. Fransa’nın neredeyse bütün silah şirketleri ve stratejik kuruluşları gibi Naval Group da bir devlet iştiraki. Daha açık söyleyelim şirket hisselerinin yaklaşık üçte ikisi Fransız devletine, üçte biri ise bir başka silah devi Thales şirketine ait. Tesadüfe bakın ki, o şirketin dörtte bir payı da Fransız devletinin. Eski adı DCNS ama pazarlama şansı artsın ve hangi alanda faaliyet gösterdiği daha iyi anlaşılsın diye değiştirmişler. Naval Group’un esas işi her türlü savaş gemisi yapmak ve donatmak.
Fransa’yı es geçmek kolay değil demiştik ya. Bu noktada anımsatalım. Silah sektörü Fransız ekonomisi için yaşamsal öneme sahiptir. Sektördeki doğrudan istihdamın kapasitesi yaklaşık 160 bin kişi ve birçok alanda istihdam daralırken önümüzdeki dönemde silah sanayiinde çalışanların sayısında kayda değer artış beklentisi var. Fransa, ABD ve Rusya’dan sonra dünyanın en büyük üçüncü silah ihracatçısı. Silah sanayii ülke için o kadar önemli ki, bu konudaki ilkesizlik ve ahlaksızlık siyasetçiler ve iş insanlarıyla sınırlı değil. Yakın zamana kadar her fırsatta yollara dökülen Fransız sendikaları ve özellikle de ülkenin en köklü ve en azından tarihsel olarak “solcu” sayılan sendikası CGT bile örgütlenmiş olduğu o fabrikalarda, örneğin Yemen’deki çocukları öldüren gereçler imal edilmesine gıkını dahi çıkarmıyor. Fransızca okuyabilenler için bu konuda yayınlanmış ayrıntılı çalışmalar var. Bunlardan birinin tanıtım linkini şuraya bırakmış olayım:
https://www.amazon.com/Marchands-darmes-Enqu%C3%AAte-business-fran%C3%A…
Konu sarmaşık gibi dallanıp budaklanıyor, farkındayım. Nautilus’un rotasını yeniden Pasifiğe çevirelim en iyisi.
Evet, Fransız Naval Group ile Avustralya arasında imzalanan 37 milyar dolarlık anlaşma. Bu anlaşma kabaca 12 adet konvansiyonel denizaltı yapımını öngörüyordu. Üstelik Fransız haber kanallarından aktarılan bilgilere bakılırsa bunların imalatının bir bölümü Avustralya’da gerçekleşecek, yerel ekonomiye “büyük” katkı sağlayacaktı. Ne oldu? ABD devreye girdi ve Avustralya için nükleer denizaltılara sahip olmanın daha uygun olacağına karar verdi. Fransa küplere bindi. Öfkesine gerekçe olarak da, yeni anlaşmanın “ABD, İngiltere ve Avustralya arasında gizlice müzakere edilmesini ve Fransa’ya son anda haber verilmesini” gösterdi. “Sırtımızdan bıçaklandık” dedi Fransa özetle ve yaklaşık ikiyüz elli yıllık ikili ilişkiler tarihinde ilk kez Washington’daki Büyükelçisini “istişareler için” geri çağırdı. Keza Canberra’daki Büyükelçi’ye de Paris yolları göründü. Fransa, İngiltere’nin bu işteki payını ciddiye almamış olacak ki, Londra’daki Büyükelçisini yerinde bıraktı.
Paris’te görev yapmış bir diplomat eskisi olarak burada şu saplamayı yapmazsam rahat edemem. Fransa’yla yaşadığımız bilmem kaçıncı “Ermeni Yasası” krizi sebebiyle 2011 yılının sonunda Paris’teki Büyükelçimiz Tahsin Burcuoğlu geri çekildiğinde, Fransızlar her zamanki bilgiçlikleriyle bir yandan ince ince “şarklılığımız”la dalga geçmiş bir yandan da “diplomasi böyle olmaz şekerim!” yollu öğütler vermişlerdi. Hattâ Le Monde gazetesinin baş sayfasında Türk Büyükelçiyi Ankara’ya gitmek üzere uçağa binmek için beklerken resmeden bir de karikatür yayınlanmıştı. Dünya hali işte… Demek ki diplomaside olabiliyormuş böyle şeyler.
Önümüzdeki aylar ve yıllarda hiç de barışçıl ve sakin kalacağa benzemeyen Pasifik Okyanusu’na geri dönelim. Okuyucuyu genellikle yoran ve bezdiren bir yöntemdir biliyorum ama yine de Pasifik’teki Fransa-ABD krizi patlayınca pek de üç hafta önceki yazımdan tek cümlelik bir alıntıyı anımsatmadan edemedim: “…Benim aklımdaki kurgu, ABD’nin bölgeden çekilirken Asya-Pasifik çekişmesi bağlamında Çin’e karşı kendisine fazla yarar sağlayamayacağını hesapladığı Fransa ve Almanya’ya Orta-Doğu’da alan açtığı, başka bir deyişle bayilik verdiği şeklinde.”
Diplomasi falcılık kaldırabilecek bir alan değil ama iki ayağı üzerinde yürüyebilen herkes ABD’nin stratejik ağırlığını Pasifik bölgesine kaydıracağını zaten yazıp çiziyordu aylardır. Bunda şaşırtıcı bir yön yok. Emperyalist Batı ve onun amiral gemisi ABD bakımından Çin’in sıkıştırılması ve mümkünse evcilleştirilmesi için bu bir zorunluluk. Şimdi gördüğümüz de bu tasarının bir yansıması. ABD bu yeni denklemde Fransa’ya “sen dizel motorlu denizaltılarını başka sularda yüzdür. Onlar bu Büyük Okyanus’ta boğulurlar” mesajını geleneksel “zerafetiyle” iletmiş oldu. Memurların anlayacağı dilden söylersek, Fransa’nın bölgeden tayini çıktı.
Söylendiğine göre, bu yeni anlaşma sayesinde Avustralya denizlerde nükleer denizaltı yüzdürebilen yedinci ülke haline gelecek. Çin bakımından hesaba katılması gereken ilave bir tehdit. Nükleer denizaltı deyip duruyoruz da nedir bu? Türkiye’de son dönemde ilgiyle izlediğim çok başarılı uzmanların alanlarına fazla girmeden açıklamaya çalışayım. Burada kastedilen nükleer reaktöre sahip, dolayısıyla ikmal yapmadan tıpkı Kaptan Nemo’nun Nautilus’u gibi çok uzun süreler seyir halinde kalabilen denizaltı. Yoksa nükleer başlıklı füze fırlatma kapasitesine sahip olan ama konvansiyonel motorlu, dolayısıyla seyir özerkliği daha sınırlı denizaltılar da var. Pasifik Okyanusu’nun ya da benim daha çok sevdiğim adıyla Büyük Okyanus’un yapısı bakımından nükleer reaktörlü denizaltı çok daha uygun bir seçenek olsa gerek.
Peki bundan sonra ne olacak? Birilerinin ileri sürdüğü gibi, Paris Washington’a küsüp Avrupa’nın NATO’dan ve ABD’den daha özerk bir askeri güç kurmasına yönelik çalışmalara hız mı verecek? Bu Pasifik hamlesi yüzünden Biden Yönetimi’nin NATO’yu özellikle Rusya’ya karşı berkitme planları akamete mi uğrayacak? Hiç sanmıyorum. Her şeyden önce Fransa’nın böyle bir yola girmesi durumundan peşinden gelecek hiçbir kayda değer Avrupa ülkesi yok. Fransa da, Tevfik Fikret misali “Hak bildiğin yolda yalnız gideceksin” diyecek durumda değil.
ABD bir şekilde, “kutsal emperyalizm ve kapitalist sömürü” davasında eski ve güçlü bir müttefiki olan Fransa’nın maddi ve manevi zararını tazmin edecek, küresel oyundaki ve silah pazarındaki rolünü başka bölgelerde güçlendirmesinin yollarını açacaktır. Canberra’dan dönen Büyükelçi’nin saat farkından kaynaklanan sıkıntılarını atlatması daha uzun sürebilir ama Fransa’nın Washington Büyükelçisi Paris’in pek güzel sonbaharından bir miktar yararlanıp kısa bir süre sonra ABD’ye dönecektir. Fransız silah endüstrisinin yaşadığı şokun hafifletilmesi bağlamında aklıma geliveren ilk olasılıklardan biri Naval Group’un Büyük Okyanus’a layık görülmeyen kelepir denizaltılarının yakın bir gelecekte Ege ve Akdeniz’in dar alanlarında seyre çıkabilecekleridir.
“Bunun Türkiye bakımından ne tür sonuçlara yol açabileceğini de okuyucularımız takdir edeceklerdir” mealinde bir cümleyle yazıyı bitirsem ne kadar güzel bir dış politika yazısı finali olurdu değil mi?
Öyle yapmayıp, üç hafta önce ayrıntılarına yer verdiğim somut uyarıyı yineleyeceğim: Türkiye’nin güneyinde, yoksullaştırdıkları halka gece gündüz pompaladıkları dünya liderliği palavrasına kendileri de inanmaya başlayan muhakeme yoksunlarının “dişimize göre” diye değerlendirme hatasında ısrar ettikleri yeni, kurnaz ve güçlü bir komşuya karşı hazırlıklı olmalıyız.
Bugün de, halk iktidarının kurulacağı yarın da.
- 1. Birinci Körfez Savaşı sırasında Fransa’nın Irak’ı işgale hazırlanan ABD’ye destek vermemesine öfkelenen Cumhuriyetçi politikacılar ülkede “french fries” olarak bilinen patates kızartmasının ismini “freedom fries” olarak değiştirmeye kalkışmışlardı.