Aklımdaki kurgu, ABD’nin bölgeden çekilirken Asya-Pasifik çekişmesi bağlamında Çin’e karşı kendisine fazla yarar sağlayamayacağını hesapladığı Fransa ve Almanya’ya Orta-Doğu’da alan açtığı şeklinde...

Dünyanın dengesi

Dünyanın dengesinden kastımız nedir? Gezegenin dengesinden mi söz ediyoruz, gezegende yaşayan bir tür gelişkin primatın evrenin büyüklüğü içinde hiçbir anlam ifade etmeyen alan kaplama mücadelesinden mi? 

Gezegenin dengesinin bozulduğu, çıkarcılıktan beyinsizliğe uzanan geniş bir yelpazede konumlanmış bir grup süfli yaratık dışında herkesin malumu. Bu kitlenin beyinsiz kısmı, tarif edemedikleri ve delillendiremedikleri bir varlığın, dünyayı sırf kendileri yaşasın diye 6 bin yıl kadar önce kusursuz biçimde yarattığını düşündüğü için ters giden bir şeyler olduğunu da kabullenemiyor. Zaten bu tür gelişmelere ayıracak zamanları da yok zira hangi esvabın giyinilip hangisinin  giyinilmeyeceğini, nerenin örtülüp nerenin örtülmeyeceğini, neyin yenip yenmeyeceğini tartışmak ve hepsinden önemlisi kendi düşünsel mağaralarında yaşamak istemeyenlere hayatı dar etmek gibi ciddi uğraşları var. Bunları tedavi etmeye çalışmak veya kurmaca bir “ifade özgürlüğü” kavramı çerçevesinde “onlara da kulak vermek gerek” diyen şaşkınları dikkate almak gibi bir ihtiyaç içinde değiliz. Eriyen buzullar, düzensizleşen iklim, art arda ve şiddetlenerek karşımıza çıkan doğal afetler, nesli tükenen canlılar görmek isteyen her göz için yeterli kanıtlar sunuyorlar. Gezegenin dengesinin bozulduğu ve insanoğlunun en tahripkar eseri olan kapitalizmin belirleyici katkısıyla koşar adım kendi türünün sonunu hazırlamakta olduğu ve bu kafayla gidersek yerkürenin yoluna biz olmadan devam edeceği konusunda bir tereddüt yok.

Burada durmak zorundayım. Ekoloji birçok bilim dalının kesiştiği saygıdeğer bir uğraş sahası ve benim bu alandaki bilgilerim son derece sınırlı. Bu yüzden o sahada top koşturmak değil niyetim. Aksi takdirde geçtiğimiz günlerde bir jeofizik profesörü olarak sözlerini değer vererek dinlediğim bir bilim insanının yakın tarih üzerine zırvalaması misali uzun süre utanç duymamı gerektirecek hatalara düşebilirim. 

Kamuoyu birkaç haftadır büyümüş gözlerle Afganistan’da olup bitenleri anlamlandırmaya çalışırken benim söz etmek istediğim konu yukarıda “alan kaplama mücadelesi” diye tanımlamaya çalıştığım dünyanın siyasi dengesi.

Yükselen Çin, Biden’ın seçilmesiyle sahalara geri dönen ABD ve Sovyetler Birliği mirasının kırıntıları sayesinde büyükler liginde kalmakta inat eden Rusya 2021 yılının esas oğlanları olarak karşımızda duruyorlar. Uluslararası politika üzerine az buçuk düşünen, kalem oynatan veya benim gibi bu sahada pratisyen seviyesinde faaliyet gösteren herkesin üzerinde az çok mutabık olduğu husus, Orta-Doğu meselesinin emperyalist paylaşım bakımından önemini tedricen yitireceği ve yeni dengenin Asya-Pasifik tarafında cereyan edecek güç mücadelesi sonunda tesis edileceği yönünde zaten bir süredir.

ABD’nin önce Irak’tan, sonra Afganistan’dan fiziki anlamda çekilmesi, Suriye’de vites küçültmesi, kendisine tabi meşruiyet yoksulu Arap rejimlerini İsrail’le yakınlaştırarak Filistinlileri yurtsuz bırakma hedefini berkitmesi gibi gelişmeler bu beklentileri doğrular nitelikte görünüyor. 

ABD’nin Çin’le girişeceği yeni hegemonya mücadelesine sahne olacak Asya-Pasifik bölgesine daha fazla güç aktarabilmek için Orta-Doğu’daki görünür varlığını azaltmasının bölge aktörleri ve diğerleri bakımından bazı sonuçlar doğurmuş olmasında şaşılacak bir taraf yok.  

Yaklaşık yetmiş yıldır varlık sebebini ve çarpık düzenini “jeostratejik önem” kavramıyla pazarlayan Türkiye burjuvazisinin yeni yollar, yöntemler ve adresler arayışına girmesi bu sonuçlardan sadece bir tanesi. Burjuvazinin son yirmi yıldır temsilciliğini üstlenen Akepe’nin Afrika kıtasındaki kimi meşru görünümlü kimi ise biraz daha bulanık gayretleri, Ukrayna üzerinden Karadeniz’deki Rusya’ya yönelik kuşatmaya katılma telaşı veya Afganistan’da terminal işletmeye talip olması bu yönde göze çarpan adımlar olarak nitelendirilebilir. Bu yönelimler üzerine uzun uzun yazıp çizmek mümkün olsa da başka bir sefere diyelim şimdilik.

Konumuza dönersek; bu değişir gibi görünen dengeler içerisinde çıplak bir gerçek var: Orta-Doğu olanca kırılganlığıyla yani ezilen halkları ve ceberrut rejimleriyle orta yerde duruyor ve Türkiye de 11-12 şiddetinde bir deprem yaşanmadığı sürece o bölgenin kuzeyinde varlığını sürdürecek.

Bu yavan tahlilleri sıralamamın sebebi Orta-Doğu’nun bundan böyle birincil olamasa da ikincil güçlerin itişme alanı haline gelmesi ihtimaline değinmek  istemem. Bunun işaretlerini 28 Ağustos’ta Irak’ta düzenlenen uluslararası bir konferansta görmüş olmamız gerekiyor. Tam adıyla “Komşu ve Bölge ülkeleri İşbirliği ve Dayanışma Bölgesel Zirvesi”. Türkiye’nin Antalya’dan da sorumlu Dışişleri Bakanı seviyesinde temsil edildiği zirveye bölge dışından üç ülke, ABD, Fransa ve Birleşik Krallık çağrılmış. Bunlardan sadece bir tanesi Fransa, Devlet Başkanı düzeyinde katılmış. Bilin bakalım Zirve’de hangi bölge ülkesi yok? Bildiniz, Suriye.

Zirvede kimlerin bir araya geldiği, örneğin ölümüne itişen İran ve Suudi Arabistan’ın aynı masada bulunmaları veya Katar ile Mısır’ın bu seviyede ilk kez temas etmelerine imkân sağlaması gibi olgular önemli ama bana kalırsa Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un varlığı daha da önemli. 

Macron, Zirve sebebiyle bulunduğu Bağdat’ta verdiği demeçte Fransa’nın Irak’taki varlığını, ABD’nin kararı ne yönde olursa olsun, sürdüreceğini söyledi. Değerli eski meslektaşım Aydın Selcen’in ayrıcalıklı av alanına fazla girmek istemem ama Fransa’nın Irak’ta “İslami terör tehdidi devam ettiği ve Bağdat makamları arzu ettiği sürece kalacağını” açıklaması Türkiye açısından her halde ciddiye alınması icap eden bir gelişme olsa gerek. ABD’nin Suriye topraklarındaki “komşuluğu”nun malum sebeplerle ciddi ürtikere yol açtığı Türk Devlet bünyesinde, Irak’ta da Fransa ile komşu olmak en hafif deyimle bir takım karın ağrılarının da habercisi sayılabilir.

Yine de meseleyi salt Türkiye gözlüğünden ele almak yerine biraz daha uzaklaşıp Fransa’nın Orta-Doğu’da fiziki bir gerçeklik haline gelmesinin emperyalist Batı cephesi bakımından nasıl bir anlam taşıdığını da kurcalamakta yarar var sanki. Burada bir noktayı vurgulama ihtiyacı hissediyorum. Batı Avrupa’da uzun yıllar çalışmış bir saha teknisyeni kimliğimle birçok uzmanın aksine ben Almanya ile Fransa’nın dış politikada bir çekişmeden ziyade bir tür dayanışma içinde hareket ettiğini düşünüyorum. Bu itibarla Fransa’nın özelde Irak ve genelde Orta-Doğu’daki varlığını güçlendirmesinin Almanya’nın onay ve desteğiyle gerçekleşeceğinden kuşku duymuyorum. 

Bu durumda aklımıza şöyle bir soru gelebilir: Bu gelişmeler ABD’nin arzusu hilafına yaşanabiliyor olabilir mi? Pek sanmıyorum. Benim aklımdaki kurgu, ABD’nin bölgeden çekilirken Asya-Pasifik çekişmesi bağlamında Çin’e karşı kendisine fazla yarar sağlayamayacağını hesapladığı Fransa ve Almanya’ya Orta-Doğu’da alan açtığı, başka bir deyişle bayilik verdiği şeklinde. 

Diplomasi öncelikle ihtiyat mesleğidir. O yüzden bu senaryonun gerçekleşmesini engelleyebilecek bir ihtimal bulunduğunu da buraya not düşmüş olalım. Fransa’da 2022 yılının baharında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonuçları. İçeride başaramadığını dışarıda telafi etme peşindeki Macron’nun yeniden aday olacağı kesin gibi. Geçen seçimlerdeki rakibi aşırı sağcı Marine Le Pen ise yine karşısında olacak. Aşırı sağın kazanması uluslararası politika tercihlerinde bir değişikliğe, daha açık söylemek gerekirse, bir tür içe kapanmaya yol açabilir ve Fransa’nın Orta-Doğu’daki “tam yetkili ABD taşeronluğu” görevi tehlikeye girebilir. 

Bununla birlikte geçen seçimlerde pek varlık gösteremeyen Fransız sağcıları (Cumhuriyetçiler) bu kez daha iddialı görünüyorlar. Şayet aday belirleme sürecinde geçen seçimlerde olduğu gibi ciddi bir hata işlemezlerse bu kere Macron’u veya Le Pen’i ilk turda yarış dışına itip seçimlerin ikinci turunu kazanabilirler. Arada bir nükseden “De Gaulle”cü reflekslerine rağmen sağcı (Cumhuriyetçi) bir Fransa Cumhurbaşkanının Macron’un Almanya’yla birlikte ABD adına yerine getirmeye niyetlendiği Orta-Doğu görevini sorgusuz sualsiz üstlenmesi beni şaşırtmaz.

Bu jeopolitik öykünün kıssadan hissesini de şuraya bırakmış olalım: İnsanlığın kaderi tekelci kapitalizmin egemenleri tarafından belirlendiği sürece gezegenin dengesi gibi, dünyanın ve yanıbaşımızdaki Orta-Doğu’nun dengesi de daha da bozulmaya gebe.