#EvdeKal'amayanların değişmeyi bekleyen hikâyesi

Erkan Yıldız koronavirüs salgını esnasında evde kalamayanların hikayesini, Orhan Kemal'in Cemilesi'yle birlikte değerlendirerek yazdı.

Erkan Yıldız

“Cemile”, kitaptan çıkıp, tüm manzarayı bir film karesi gibi gözümüzün önüne getiren şu cümleyle başlıyor.

“1934 yılı Eylül sonlarının berrak bir gecesiydi. Kuvvetli ayın altında bembeyaz pamuk tarlaları göz alabildiğine uzanıyor, köyleri şehre bağlıyan tozlu yollarda kütlü denilen, tohumlu pamuk hararları yüklü Doç’lar, Şevrole’ler, Ford’lar, yağsız tekerleklerinin gıcırtısı aydınlık geceyi dolduran öküz, camız arabaları, İnegöl çift atlıları, yüklü deve dizileri şehre akıyordu”

Ay ışığında yola dizilen pamuk yüklü kamyonların, at arabalarının, develerin sabahın ilk ışıklarıyla kapısına dayanacağı yer elbette bir fabrikadır.

İşgüzar, köylü kurnazı, sonradan görme bir yeni zengin olan “Kadir Ağa” ve fabrikanın İtalyan mühendisinin “...kibar adam, kültürlü adam, bir Avrupa’lı kadar ileri anlayışlı adam!” diye övdüğü “Numan Şerif Bey” fabrikanın ortak patronlarıdır. “Kadir Ağa” sonradan görmelerin bütün defolarını üzerinde taşır. Okumuş, görmüş, geçirmiş insanların karşısında tüm kompleksleri açığa çıkar. “Numan Şerif Bey” ise yemesini, içmesini, birkaç dilde konuşmasını bilen birisi olarak sermayenin geleneksel tarafını temsil etmekte ve buradan aldığı güçle “Kadir Ağa” yı küçümserken, onun yapmaya çalıştığı ayak oyunlarının da farkında olduğunu bildirmektedir.

Bu iki patron tipi günümüzde AKP'nin yeni zenginleri ve  sermayenin geleneksel sahipleri şahsında yaşamaktadır. Kim mi bunlar? Hadi adlarını da koyalım. “Kadir Ağa”nın yerine Mehmet Cengiz ya da Murat Sancak, “Numan Şerif Bey”in yerine de Ali Koç ya da Hacı Sabancı'yı koysanız, 1934'teki fabrikanın başına pekala oturtabilirsiniz. Yalnız, Orhan Kemal bugün Mehmet Cengiz'e söverken Ali Koç'u destekleyenlerin düştüğü durama düşmez. “Ağa” ile “Numan Şerif Bey”i kişisel özellikleri açısından karşı karşıya getirirken, okuru ikisinden birisini tercih etmek durumunda bırakmaz. Geleneksel ya da yeni zengin her iki patronun yordamları farklılaşsa bile emekçinin sırtından geçindiğinin işaretlerini gizlemez ve son tahlilde iki patronu bu tarafıyla eşitler.

Roman, Boşnak güzeli “Cemile” nin “Kâtip Necati” ile olan aşkı etrafında şekillenen olaylar çerçevesinde, işçilerin gündelik yaşamını ele alırken, iki patron arasındaki çekişmenin faturasının da emekçilere ödetilmesini resmeder. Onbirinci bölümden itibaren işçilerin gündelik hayatı karşımızdadır.

“Oniki saatlik yorucu bir işten sonra kavuştukları hürriyetin neşesiyle güneşe karşı gerinen, birbirini kovalıyan, yahut birbirlerine yaslanarak iplikhane kızlarını seyreden, laf atan delikanlı dokumacılar, fabrika meydan hamalları, yalın ayak çocuklar…” alışveriş için Kooperatif bakkalını hınca hınç doldurup “on kuruşluk tahin helvası, kara zeytin, oniki buçukluk pirinç, mercimek, tuz” alma çabası içindedirler. Bu işçilerin hayatlarındaki tartışmasız en uzun şey olan yorgunlukları dışında yiyecekleri de öfkeleri ve mutlulukları gibi günübirliktir.

Fabrikada ölesiye süren mesai saatlerinin ardından kadınlı erkekli işçilerin, biraz bitirim olanları şaraplarını içip gönüllerini eylemeye, geri kalanı evdeki işlerini görmek üzere mahalleye gider. Otuz kırk kişinin neredeyse iç içe, göz göz odalarda yaşadığı evlerin olduğu mahalleyi, kitap boyunca çok az ortaya çıkan anlatıcı/yazar şöyle tarif eder.

“Çürümüş, tahta, paslı teneke ve kerpiç yığınlarında ibaret evleriyle işçi mahallesi sanki bir seldi, bir seldi de bu sel, uzak, çok uzaklardan yuvarlana yuvarlana, köpüre köpüre, korkunç anaforlar yapa yapa gelmiş, yıllardan beri mahallenin nabzı gibi atan fabrikanın ağır, beyaz taşlarla örülü, kalın sağlam ve yüksek dört duvarına yandan yüklenmiş, ama duvarları aşamadan, takılmış kalmıştı.” s. 10-11

Yolunuz yoksul emekçi mahallelerine düştüğünde evlerin damlarından size göz kırpan paslı yağ tenekelerini şimdilerde de görebilirsiniz. Bugün bu mahallelerle fabrikalar arasındaki mesafe, fabrikalarla emekçiler arasındaki ilişkiyi pek çoklarımızın görüş alanından çıkarsa da “fabrikanın ağır, beyaz taşlarla örülü, kalın sağlam ve yüksek dört duvarına” takılmışlığımız devam etmektedir.

Anlatıcı/yazar olarak ortaya çok çıkmayan Orhan Kemal, az görünerek sanki, romanın yine az görünen ama güçlü karakteri “İzzet Usta” için yer açmış gibidir. “İzzet Usta” elinden kitap düşmeyen, sözüne güvenilir, sevilen, yetenekli bir işçidir. Uyarıcı, derleyip, toparlayıcı yanlarıyla öncü bir işçi özellikleri gösterir. Büyük olasılık örgütlüdür. İşçileri “Kadir Ağa” nın ve onunla işbirliği yapan ustabaşının kışkırtmalarına karşı uyarırken, sömürü koşullarının sürekliliğine işaret eder. Roman boyunca, içinde işçilerin olduğu her kırılma anında bu özelliğiyle ortaya çıkar. İşçilerin kulak verdiği, övdüğü ama pek çok kez duygularına teslim olup sözlerine uymadıkları biridir. Böyle oldu diye işçilere küsmez, “ben haklı çıktım” demez. Kaldığı yerden devam eder. Yüzlerce benzeri içinde onu yalnız ve toplumsal olarak güçsüz görürüz ancak haklılığını, güvenilirliğini, kararlılığını ve umudunu hiç kaybetmez. Hâl böyleyse “İzzet Usta”ya neden ihtiyaç var diye sormak mümkün. Bana kalırsa Orhan Kemal, kendi diyemediklerini demenin ve  işçi sınıfı mücadelesinin ihtiyaç duyduğu aklı işaret etmenin aracı olarak var etmiştir “İzzet Usta” yı.

“Cemile” topraklarımızın gördüğü en büyük anlatıcılardan birinin eseri. Orhan Kemal'in böyle,  zamanı geçmeyen eserler üretmesinde hikayesini anlatmayı tercih ettiği insanların sınıfsal konumlarının da payı var kuşkusuz. Patronların ve işçilerin bitmeyen mücadelesi de, şimdilik, benzer bir zamansızlık taşımıyor mu?

“Cemile” sadece hikayesi ile değil, işçilerin sessizliğe mahkum edilmeye çalışıldığı günümüzde neredeyse eserin tamamında karakterlerinin kurduğu diyaloglarla yazıldığı için de güncel bir romandır. Sürekli diyaloglar içeren bu kurgunun hikayeye sahicilik katmanın yanında, sinemasal bir dil kazandırdığını da söylemek gerekir. Hem okuyup hem izleyebildiğimiz ender kitaplardan birisidir “Cemile”. Orhan Kemal'in Çukurova'ya has gündelik konuşma diline hakimiyetinin de tüm bunları pekiştirdiğini belirtelim.

KISSADAN HİSSE...

Malum, virüs var. Hepimizin hayatını tehdit eden bir salgın bu. Her gün hakkında yüzbinlerce, milyonlarca şey söyleniyor. En çok duyduklarımızdan, gördüklerimizden birisi #EvdeKal.  #EvdeKal kitap oku, film izle, ahşap boya, evden çalış, ekmek yap, turşu kur, dama çık...  O kadar çok tekrar edildi ki bir süre sonra zikir çekenlerin tuttukları tempoya benzer bir hal aldı bu durum. “Şahsım” kişisinden , İçişleri ve Sağlık Bakanı'na, pek kıymetli vekillerden ve “sayın” Bilim Kurulu üyelerinden, işini evden görüp, dünyanın merkezini dokundukları klavye sanan tüm orta sınıf üyelerine herkesin, bazen çatık kaşlı bazen sitemli söyledikleri #EvdeKal, işe gitmek zorunda bırakılanları görmezden gelen yalancı bir sorumluluk duygusunu yansıtıyor aynı zamanda ve aslında. Market işçilerini, fabrikada demir bükenleri, sipariş verdikleri milyonlarca elbiseyi dikip, evlerine kadar getiren işçileri görüp de görmezden gelenlerin sihirli cümlesi...#EvdeKal

Bazen kaybettiğin yeri bulmak için hemen burnunun dibine değil de daha uzağa bakman gerekir. O baktığın uzaktan kendine bir kerteriz alıp konumunu düzeltebilir, yerini bulabilirsin. Orhan Kemal'in Cemile'si #EvdeKal'ıp klavyesinin ucundan burnunun dibini görmeyenlere bu fırsatı veriyor işte. Marketteki işçi, kargonuzu taşıyan emekçi ile aynı tarafta değilseniz Kâtip Necati'nin kokoş babaannesinin kibrini taşıyıp, Numan Şerif Bey'i alkışlayarak anca stoktaki makarnanız kadar #EvdeKal'abilirsiniz. Daha fazlasını istiyorsanız mutlaka  #ücretliizin demenizi, bu bizi kesmez diyorsanız  İzzet Usta'ya daha dikkatli bakmanızı önerebilirim.