Vergilerin tamamını işçi sınıfı öder

Vergilemede adalet talebi emek lehine yeniden bir dağılım yaratsa bile ki bunun oldukça zor olduğunu ifade ettik, maalesef kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasındaki sömürü ilişkisini değiştirmez.

Burcu Başak

Mehmet Şimşek programı vergileri gündemimizden düşürmüyor. Bir yandan ücretlilerin ödediği vergilerin büyüklüğü dolaylı (harcama üzerinden alınan) ve dolaysız (gelir ve servet üzerinden alınan) vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı üzerinden hesaplanıp ağır bulunurken, diğer yandan sermaye vergi ödesin talepleri var. AKP’nin “sermaye vergi ödeyecek” diyerek sunduğu vergi paketinin bu iddiasından ne kadar uzak olduğuna soL şurada kısaca değinmiş, komik düzeydeki bir servet vergisi teklifini ise esasen şurada ele almıştı. Daha da ilginç olan ise ana muhalefet partisinden kimilerinin AKP’nin vergi paketi nedeniyle kaygılarının ticaretin zarar görmesi, şirketlerin batması ve serbest bölgelerin vergi avantajını kaybetmesi olması! Tersine dünya. Muhalif sendikalar ise devletin kaşıkla verip kepçeyle aldığı tespitini yapıyor. Ancak çözüm, senenin başında meclise sunulan bir yasa önerisinde gelir vergisi başlangıç oranının yüzde 15’ten yüzde 10 düşürülmesi, damga vergisinin kaldırılması, işveren SGK prim indirimi kadar işçiye de indirim yapılması, devletin vergiye zam yapacaksa asgari ücretteki zam kadar yapması olarak sıralanıyor. İşin üzücü tarafı gelir vergisi ile ilgili önerilerin kadük olması, vergilere zammın kabul edilmesi. Bu önerilere AKP’nin vergi tasarısıyla birlikte Temmuz ayında bir de servet vergisi ekleniyor. Hükümete yakın sendikaların da benzer hatta daha kapsamlı teklifleri var. Temel tüketim mallarında KDV’yi sıfırlamak gibi. Burası da enteresan. Muhalif kanatta ise servet vergisi, dolaylı vergilerin azaltılması ve dolaysız vergilerin yükseltilmesi, sermaye için vergi istisna ve muafiyetlerinin kaldırılması gibi öneriler bulunuyor. Sermayenin son yıllarda vergi ödemediği, ya da servetine göre az ödediği tespit edilip, sermayenin vergi ödemesi talep ediliyor. Bazıları ise zenginlerden vergi alınmaması ile halkın kayıpları arasında ilişki kuruyor.  Henüz vergi almak yerine para basalım diyen yok. Herkesin ortak bir talebi var o da vergilemede adalet.

Ancak unutulan bir şey var o da sermayenin zaten hiç vergi ödemediği, tersinden tüm vergilerin kaynağının emekçiler olduğu, dolayısıyla kapitalist ekonomik sistemde zaten vergi adaleti diye bir şeyin olmadığı. Esasen unutulan Marksist ekonomi politiktir.

Bu anlamda Marksist değer yaklaşımına göre değerin kaynağı emektir. İşçi sınıfı değeri üretir, kapitalist sınıflar bu değerin bir kısmına el koyar (ödenmemiş emek/artı-değer/kâr) geri kalan kısmını işçi sınıfına ücret (ödenmiş emek) olarak verir. Üretilen değerin ne kadarının işçiye verilip ne kadarına sermaye sınıfı tarafından el konulduğu sömürü oranı üzerinden anlaşılabilir. Ozan Mutlu, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yazdığı doktora tezinde 2000-2019 döneminde Türkiye için ortalama sömürü oranını hesaplamış. Buna göre Türkiye’de 8 saatlik işgününün sadece 2 saatlik kısmı emeğe ödenirken, 6 saatlik kısmına kapitalist sınıf el koymakta. Başka bir deyişle Türkiye işçi sınıfı günde 6 saat kapitalist sınıflar için çalışmaktadır. Eklemek gerekiyor ki bu durum günde 8 saat çalışma şansına (!) sahip emekçiler için geçerlidir. Dolayısıyla bu oran bir ortalama olduğundan uzayan çalışma saatleri ve farklı ücretler nedeniyle daha da yükselebilir! Güncel verileri soL portal’da yayımlanan makale veriyor, Türkiye’de sömürü oranlarının 2022 yılıyla birlikte tarihsel bir zirveye ulaştığı vurgulanıyor. Yani işçi sınıfı bir işgününde 8 saat çalışırken, bunun 2 saatinde de daha azını almaya başlıyor! Türkiye sömürü oranında tarihsel olarak zirve yapmış durumda.

Vergilere dönecek olursak, peki devlet bu durumda vergileri nereden tahsil edecek? Tabi ki 8 saatlik çalışma saati sonucunda üretilen değerden. Böylelikle esasen vergilerin tümü emekçiler tarafından ödenmişken,  kapitalist sınıf emekten çaldığı 6 saat üzerinden vergi ödemiş gibi görünecektir! Dolayısıyla Marksist emek değer kuramı açısından sermayenin vergi ödemesinden bahsedemeyiz.  Sermaye ancak işçiden gasp ettiği artı-değer üzerinden vergi ödemiş görünür. Hatta sermaye gasp ettiği artı-değer üzerinden bile vergi ödemeyebilir! Vergi sistemi içerisinde yer alan muafiyet ve istisnalar sermayenin ödüyormuş gibi göründüğü vergiyi yasal olarak ödememesini sağlayan bir araç niteliğindedir. Kurumlar vergisi 30 oldu dersiniz, bakarsınız devlet borçlanmış oran yüzde -5 olmuş. Öte yandan sermaye sınıfı piyasa yapısının belirleyici gücü yoluyla vergi yansımasını kullanarak emekçi kesimin üzerindeki vergi yükünü fiili olarak arttırmaktadır. Teorik olarak güç olduğu ifade edilse de Koç Holding’in ödediği kurumlar vergisini fiyatlar yoluyla halka veya ücretler yoluyla çalışanlarına yansıtmasının önünde büyük engeller yoktur. Kapitalist sistem sermayenin vergilerden kaçınmasının veya ertelemesinin başka mekanizmalarını da barındırır. Sermaye ödeyeceği vergiyi kendisi beyan eder, emekçinin maaşından tak diye alınır. Sermaye vergisini gecikmeli öder, emekçiden hemen alınır. Gelir vergisi koyarsınız. Kâr dağıtmaz. Kurumlar vergisi koyarsınız gitmez ama kaçmakla (!) tehdit eder. Vergi cennetleri neden var? Zamanında sermaye nasıl yüksek vergi ödedi diyeceksiniz ilerleyen satırlarda yüksek vergilerin neyle sonuçlandığına bakacağız. Biz devam edelim. Peki vergi kaçakçılığı. Bazı yazılar vergi kaçaklığının devlet ve sermaye arasında bir uzlaşı olduğunu vurguluyor.  Kapitalist vergi sistemi vergi yükünün emekçiler üzerinde kalmasını sağlayacak bir biçimde dizayn edilir. O yüzden servet vergileri (emlak, motorlu taşıt ve veraset ve intikal vergisi) bile emekçinin üzerine kalır. Servet vergisi gelir arttıkça azalan bir yapıya sahiptir. Nasıl mı? Ailesinden bir ev ve araba kalmış emekçi,  gelirine göre Sabancı ailesinin ödediği servet vergisinden daha fazla vergi öder!  Kapitalizmde her vergi gelire göre azalan oranlıdır. Yani vergi, gelir arttıkça gelirin içindeki pay açısından azalır. Hangi kapitalist vergi sisteminde Sabancı, Koç, Zorlu, Yıldız Holding gibi sermaye gruplarının bir emekçi ile karşılaştırıldığında “gelirine göre” daha fazla vergi verdiği görülür mü? Yüzde 1 oranında servet vergisi bu sisteme nasıl etkide bulunabilir ki! Bilemediniz yüzde 10 olsun! ABD’de emlak vergileri emekçilerin evine çökmenin bir aracı olmuştur. Yüksek emlak vergisi, işsiz, yaşlı, hasta, engelli kimselerin vergilerini ödeyememesiyle birlikte hacizleri getirmiş, bu evler icra satışında kurt yatırımcılar tarafından satın alınmıştır. Jakobenlerin uyguladığı servet vergisinin bile devletin gelir ihtiyacı nedeniyle yine düşük gelirlilere kaldığı söylenir. Kapitalist vergi sistemi vergileri emekçilere yüklerken kafa karışıklığı da yaratır. Örneğin gelir vergisi sendikaların kafasını bile karıştırmışa benziyor. 2024 yılında zaten asgari ücret vergiden istisna yani yıllık 204 bin TL gelirden vergi alınmıyor. Dolayısıyla yüzde 15 oranı, 0’dan 110 bin TL’ye kadar olan gelir dilimi için uygulanmıyor.  Bu istisna tüm ücret gelirleri için geçerli. Ancak gelir önce tarifeye sokulup istisna daha sonra uygulandığı için 19 bin TL’yi aşan geliri olanlar için (çünkü ikinci dilim 230 bin TL’den başlıyor) gelir vergisi oranı yüzde 27’den başlıyor! Harika bir dizayn. Sendikaların bu durumu düzeltmek gerek deyip,  ilk dilim oranını düşürelim talebi kafaların karışıklığına işaret.  Vergi sisteminde benzer örnekleri çoğaltmak mümkün. Biz Marksist emek değer kuramı üzerinden devam edelim.

Marx’a göre artı-değerin kaynağı üretken emektir. Şimdiye kadarki açıklamalarımız üretken emek için geçerliydi. Şimdilik üretken-üretken olmayan emek tartışmasını kenara bırakalım üretken emek üzerinden ilerleyelim. Bu basitleştirmenin değerlendirmemizi büyük ölçüde etkilemeyeceğini de ekleyelim.

Kapitalist sınıf ve işçi sınıf arasındaki üretim ilişkisinden kaynaklanan sömürü düzeni bir bölüşüm ilişkisi yaratmakta buna ana akım tabirle birincil bölüşüm denmektedir. Devlet kapitalist sınıf ve işçi sınıf arasındaki sömürü ilişkisine vergiler, kamu harcamaları ve kamu borçları yoluyla müdahale eder böylelikle ikincil bir bölüşüm yaratılmış olur. Yani vergi meselesinin bir de kamu harcaması ve kamu borcu boyutu vardır.  Kamu borçlarını şimdi bir kenara bırakalım. Diyelim ki sermaye gasp ettiği artı-değer üzerinden vergi ödedi, ancak kamu harcamalarından daha fazla yararlanan sermaye ise o zaman sermayenin vergi ödemesi nasıl bir adalet yaratır? 

Devlet, emeğe ücret olarak verilen 2 saatlik emek değerin 1 saatini ve sermaye sınıfının kâr adı altında el koyduğu 6 saatlik emek değerin 3 saatini vergiler yoluyla alır (Böyle bir oranın çok da mümkün olmadığını belirtelim). Kamu gelirleri 4 saatlik emek değerden oluşur. Devlet ikincil bölüşüm ilişkilerini kamu harcamaları yoluyla sermaye lehine düzenleyerek emek için 1,5 saatlik emek değer ve sermaye için 6,5 saatlik emek değer olarak dağıtım gerçekleştirir. Sermaye gasp ettiği artı değer üzerinden vergi ödemiş görünür, ancak işin içine kamu harcamalarını dahil ettiğimizde sermayeye ikinci bir transfer gerçekleştirmiş olur.
Bu durumda sermayenin vergi ödemesinin tek başına bir anlamı yoktur. Çünkü vergilemede adil görünen kamu harcamalarıyla büyük bir adaletsizlik de yaratabilir. Diyelim ki sermayeye yüksek vergiler konuldu, sosyal harcamalar da yüksek. Maalesef kapitalist sermaye birikim rejiminde devletin kapitalist sınıf ve işçi arasında sömürü ilişkisine emek lehine ciddi müdahaleler yapması mümkün değil. Nereden biliyoruz? Ahmet Tonak, 1984 yılında yazdığı doktora tezinde ABD’de bahsettiğimiz özelliklere sahip 1952-1980 döneminde devletin refah söyleminin tersine işçi sınıfı lehine yeniden dağıtım yapmadığı sonucuna ulaşmış! Devletin vergiler ve kamu harcamaları aracılığıyla emek lehine yeniden dağıtım yaptığını varsaysak bile ki bu ancak kamulaştırmalarla, yüksek sosyal harcamalarla olur, sermaye sınıfının vergi ödemediği gerçeği değişmez. Sermaye sınıfı gasp ettiği artı-değer üzerinden vergi öder. 

Genellikle devletin vergiler ve kamu harcamaları ile emek lehine yeniden dağıtım yaptığı hesaplanır. OECD, IMF vb. kurumların vergi, transfer öncesi ve sonrası gelir dağılımı göstergelerinde bunu görürüz. Kaba bir tabirle devletin esasen aldığından daha fazla verdiği görülür. Ancak buradaki gelir dağılımı ölçümü sınıfları dikkate almaz. Ahmet Haşim Köse ve Serdal Bahçe “Yoksulluk” Yazınının Yoksulluğu: Toplumsal Sınıflarla Düşünmek1 makalelerinde bu durumu net bir biçimde ortaya koymuşlardır. Ancak ana akım çalışmalar bile devletin düşük gelir grubu lehine yeniden dağıtım yapmadığı sonucuna ulaşıyor! 
Vergilemede adalet talebi emek lehine yeniden bir dağılım yaratsa bile ki bunun oldukça zor olduğunu ifade ettik, maalesef kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasındaki sömürü ilişkisini değiştirmez. Tabii ki tamamıyla bir hiç değildir. Ancak vergilemede adalet talep etmek, Türkiye tarihinin en yüksek sömürü oranlarını gören işçi sınıfının günde en iyi ihtimalle 6-6,5 saat patron için çalışmasına karşı bir talep değildir. Patronların da yer yer vergi ödeyelim demesinin, yandaş sendikalarının da vergi adaleti talep etmesinin sebebi bu olsa gerek.